1mod.io
Sosyal Medya
Plugin Install : Cart Icon need WooCommerce plugin to be installed.
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
  • Giriş
  • Kayıt
  • Anasayfa
  • Hakkımda
  • Kitaplarım
  • Sunumlarım
  • Hürriyet
  • Hukuk
  • İktisat
Hürriyet Hukuk İktisat
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
Anasayfa HUKUK

ADALET-İ MAHZA VE ADALET-İ İZAFİYE

M.Ali KAYA M.Ali KAYA
3 Mayıs 2021
HUKUK
0
ADALET-İ MAHZA VE ADALET-İ İZAFİYE
Share on FacebookShare on Twitter

M. ALİ KAYA

Giriş
Kur’an-ı Kerimin dört temel esasından birisi İBADET ve ADALET’tir. (İ. İcâz, 28.) “Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke hâline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.” (İ. İcaz, 227.)

Adalet-i Mahza ve İzafi Ne Demektir?
Adalet-i mahza, “Tam ve mükemmel adalet.” “Bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalet” şeklinde tarif edilir.

Adalet-i izafiye ise, “Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eden adalet tarzı.” “Cemaatin menfaati için, ferdi feda eden adalet şekli”dir. Mahz; “sırf, halis, katıksız, tam” gibi mânâlara geliyor.
Buna göre, adalet-i mahza, “tam ve katıksız adalet, mükemmel adalet,” demek olur. Bu adalette, hiçbir kimsenin en küçük bir hakkının bile çiğnenmemesi esastır. Adaletin diğer şubesi olan adalet-i izafiye ise katıksız, tam değildir.

Zira, cemaatin menfaati için ferdin hukukunu nazara almaz. Adalet-i izafiyede ehven-i şer esas alınır. Bütün insanların zarara uğraması büyük ve küllî bir şer, bu zararın giderilmesi için bir insanın yahut küçük bir gurubun hakkının çiğnenmesi ise, cüz’î bir şerdir. Küllî şerden kurtulmak için cüz’î şerri kabul etmek ise ehven-i şer ile amel etmek demektir ve adalet-i izafiyenin esasıdır. Adalet-i mahzada bir şahıs kendi rızasıyla hakkından vazgeçmediği müddetçe, bütün insanların faydası için de olsa onun hakkı çiğnenemez.

Meselâ, adalet-i mahzaya göre, bir şahsın rızası olmaksızın evi istimlâk edilemez. Bunun uygulanmasında ise bazen çok büyük zorluklar ortaya çıkar. İşte bu gibi zaruret hallerinde, adalet-i izafiye tatbik edilir. Ve o şahsın hukuku, umumun menfaatine feda edilir; rızası olmaksızın evi sökülür, istimlak edilir.

Toplumda huzur ve asayişi sağlamak için fertleri feda eden bir anlayış dinen, yani adalet gereği doğru değildir. Bir gemide on cani bir masum varsa o masum kurtarılmadan o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılamaz.

İslam’da Sosyal Hayatta Uhuvvet ve Muhabbet Esastır
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Uhuvvet Risalesi”nde şöyle buyurur:
Mü’mine adavet etmek hakikat nazarında zulümdür. “Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.” (Mektubat, Uhuvvet Risalesi, s.254.)

İslam’da esas olan “Uhuvvet ve Muhabbettir.” Peygamberimiz (asm) “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.” (Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.)

Adalet-i Mahza Uhuvvet-i İslamiyeyi netice verirken Adalet-i İzafiye toplumda düşmanlığı artırıyor.

İslam’da Siyasi Suç Diye Bir Suç Şekli Yoktur
İslam’da suçlar bellidir. Bunlar da cana, mala, namusa tecavüzdür. Tenkit ve Uyarı suç değildir; “Emr-i Maruf ve Nehy-i Anil-Münker” görevi içindedir ve her mü’minin ve özellikle ulamanın vazifesidir. Daha çok da idarecilere yönelik olarak yapılır. İdarecilerin icraatları tenkit edilir ve uyarılır. Bu tenkitler “Toplumun huzur ve asayişini ihlal etmediği” cana, mala ve namusa tecavüz edilmediği sürece suç sayılmaz. Fikir, düşünce ve tenkit hakkı olarak kabul edilir. İdareciler de tenkitlere kulak verirler ve tenkide konu olacak icraatlarını düzeltir veya yapmazlar. Zira Bediüzzaman hazretlerinin buyurduğu gibi “Evet, meşrutiyettir; herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.” (Muhakemat, 3. Mukaddime, s.20.)

Hz. Ali (ra) kendisini tenkit eden Haricilere “Sizler kan dökmediğiniz, can yakmadığınız, mala ve namusa tecavüz etmediğiniz sürece hür ve serbestsiniz. Fikir ve düşüncelerinizi istediğiniz gibi yayabilir ve yönetimi tenkit edebilirsiniz” demiştir.

İslamda suçlar “Adam öldürmek, Zina, Şarab içmek, Hırsızlık, Gasb” gibi Kur’an-ı Kerimin “Had” yani ceza uyguladığı günahlar ve suçlardır. Bunların içinde siyasi suç diye bir suç yoktur. Ölüm cezası ise ancak üç şekilde verilebilir: “Katl, İrtidat ve Recm” bunun dışında ölüm cezası yoktur.

Bu konuda Hadisler şöyledir:
“Allah’tan başka hiçbir ilahın olmadığına, benim de Allah’ın Rasulü olduğuma şahadet eden Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helal olur; cana karşılık can, zina eden evli kişi ve dinden çıkıp İslam toplumundan ayrılan kimse.” (Buharî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26; Ebu Davud, Hudud, 1; Tirmizi, Sünen, Hudud, 15; Nesai, Tahrim, 5, 11, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4:195.) “Maktulün velisinin affetmesi hariç, kasten öldürme kısası gerektirir.” (Nesâî, Tahrim, 14; İbn Mâce, Ferâiz, 8.) “Kimin bir yakını öldürülürse onlar şu iki şey arasında muhayyerdirler: Ya diyet alırlar ya da kısas hakları vardır.” Bir diğer rivayette, “Ya affederler ya da kısas hakları vardır.” (Şevkani, Neylü’l-Evtar Şerhu Munteka’l-Ahbar, 8: 130.) Bu ve benzeri hadisler Kur’an’daki ilgili ayetler paralelinde kasten adam öldüren birine kısas cezasının gerekeceğini açık bir şekilde ifade etmektedir.

Hz. Osman’ın Adaleti
Hz. Ömerin (ra) oğlu Ubeydullah, babasının şehit edilmesinde rolü olan Hürmüzan’ı mahkeme kararını beklemeden ve halifenin emri olmadan öldürdü. Suçlular bulunmalı ve gerekli ceza verilmeli idi; ancak bu yasal yolla ve mahkeme kararı ile yönetim tarafından infaz edilmesi gerekiyordu. Ubeydullah’ın yapmış olduğu şey idareye karışmak ve anarşiye sebep olmaktı. Bu sebeple yakalandı ve hapsedildi.

Hz. Ömer’i (ra) şehit edilmesi olayı basit bir olay değildi ve sadece Ebu Lülü’nün tek başına yaptığı bir olay da değildi. Bu suikastın arkasında Mecusi, Yahudi ve Hristiyanların iş birliği vardı ve bir kısmı da Müslümanların içinde Müslüman görünüyor ve nifak hareketini körüklüyorlardı. Onların tespit edilerek cezalandırılması gerekiyordu; ama bu da halife tarafından hukuki yollarla yapılması gerekiyordu. Ubeydullah bu yolun da kapanmasını sağlamıştı. Bu sebeple Ubeydullah’ın yargılanması gerekiyordu. Ubeydullah yakalanarak hapsedildi.

Hz. Osman (ra) halife olduğu ilk günde bu problem ile karşı karşıya kaldı. Hz. Ali (ra) ve bazı sahabeler Ubeydullah’ın idam edilmesi gerektiğini ifade ettiler. Sahabelerin bir kısmı ise Hz. Ömer’in (ra) su-i kasta maruz kalarak şehit edilmesinden sonra oğlunun da idam edilmesine taraftar olmadılar. Halk da mağlup İran Orduları Başkomutanı olan Hürmüzan’ın samimi bir Müslüman olduğu konusunda şüphe içinde idiler. Bu sebeple diyet karşılığında bırakılmasını teklif ettiler. Ama ne var ki Hz. Osman (ra) Allah’ın hükmünün böyle hileli yollarla uygulanmamasına rıza göstermedi. Zira Hürmüzan Müslüman olmuştu ve Müslümanlığını da namaz kılarak ve haramlardan kaçarak göstermişti. Bu sebeple Hz. Ömer’in oğlunu infaz edilmek üzere Hürmüzan’ın oğlu Kumazeban’a teslim etti.
Kumbezan bundan sonrasını şöyle anlatır:

“Medine’ye yerleşen biz Acemler biribirimize gelir-gider, kendi aramızda görüşürdük. Bir gün Firuz bize gelmişti. Yanında iki başlı bir hançer vardı. Babam hançeri ondan alarak “Bunun bu memlekette ne işi var, bununla ne yapacaksın?” dedi. O da “Hiç! Öylesine taşıyorum” diye cevap verdi. Babam hançeri kendisine iade etti. Adamın birisi bunu görmüş. Ertesi günü Hz. Ömer’i Firuz suikast düzenleyince gidip “Bu hançeri Hürmüzan’da gördüm” diye haber vermiş. Bunun üzerine Ubeydullah da gelip babamı öldürdü.

Hz. Osman (ra) hilafete geçince beni çağırdı ve babamın velisi olduğum için Ubeydullah’ı bana teslim etti ve dedi ki:
“- Bak evladım! Babanın katili işte budur. Sen babana ondan daha evlasın. Al onu götür, idamını sen infaz edeceksin.”
Ben de bunun üzerine Ubeydullah’ı alıp götürdüm. Medine’de kim var kim yok, yediden yetmişe herkes başıma toplandı. Kendisini affetmem için ısrarla ricada bulundular.
Onlara:
“- Şimdi ben bu adamı öldürebilir miyim?” diye sordum.
“- Elbette!” diye cevap verdiler ve Ubeydullah’ı suçladılar ve hakaret ettiler.
Sonra onlara:
“- Peki onu öldüreceğim zaman, onu korumak için bana engel olacak mısınız?” diye sordum. Onlar:
“- Asla!” dediler ve yine Onu suçlayıp ona hakaret ettiler.
Bunun üzerine Allah’ın rızası ve onların hatırı için Ubeydullah’ın hayatını bağışladım. Allah’a yemin ederim o kadar sevindiler ki hemen beni omuzladılar ve elleri üzerinde evime kadar getirdiler.” (İbn-i Esir, El-Kâmil, 3:81-82.)

Böylece hak sahibi hakkından vazgeçer ve Ubeydullah’ı affeder. Durum Hz. Osman’a (ra) haber verilince Hz. Osman (ra) Kumbezan’ı çağırır ve kendisini tebrik eder. Ubeydullah’ın diyetini verecek parası yoktur. Hz. Osman (ra) Hz. Ömer (ra) halife olduğu halde diyetini hazineden vermez bizzat kendi malından verir. (İbn-i Kesir, El-bidaye, 7:244.)

Böylece problem Allah’ın yardımı ile hiçbir sıkıntıya sebep olmadan adil bir şekilde çözülmüş oldu.

Sahabelerin İçtihat Farkı
“Cemel Vak’ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Aişe-i Sıddıka (ra) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihat etmiş, muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye adalet-i mahzaya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam (kavimler) hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihat ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muhabereyi intaç etmiştir… Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı musip ve mukabilinindekilerin hata ise de yine azaba müshehak değiller.”

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiye’nin izahı şudur
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesad çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” (Maide, 5:32.) ayetin mana-i işarisi ile bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi umumun selameti için feda edilemez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde, hak haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selameti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. “Ehvenü’ş-şer” diye, bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise adalet-i izafiye gidilmez; gidilse, zulümdür. İşte İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanında gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “kabil-i tatbik değil, çok müşkülatı var” diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbap ise, hakiki sebep değiller, bahanelerdir. …

Hz. İmam-ı Ali’nin Vaka-i Sıffin’de Hz. Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hz. İmam-ı Ali ahkam-ı dini, hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler. …

Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyetperver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet etmez. (Mektubat, s. 56-57.)

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, adalet-i mahzanın ideal ve esas olduğunu ancak zorunlu ve haklı bir sebebin vukuu halinde adalet-i izafiyenin uygulanabileceğini, bunun da tespitinin kolay olmadığını ve Sahabelerin bile hataya düşüp yanlış karar verebildiklerini, önemle ifade etmektedir. Dikkat çekicidir ki hataya düşenlerden biri Efendimizin (asm) çocukluğundan beri özel terbiyesinden geçen alime ve fakihe, sevgili eşi Aişe, diğeri de Efendimizin (asm) vahiy kâtibi ve kayınbiraderi yirmi yıl Şam valiliği yapmış Hz. Muaviye’dir. Bediüzzaman’ın tasnifinde Hz. Ali azimeti, Hz. Muaviye ruhsatı, Hz. Ali hilafeti, Hz. Muaviye saltanatı, Hz. Ali Ahkam-ı din, hakaik-i İslamiye ve ahireti, Hz. Muaviye siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını tercih etmiştir. Hz. Ali isabet etmiş, Hz. Muaviye hataya düşmüştür.

Adalet-i Mahza Suçun Şahsiliği Prensibini Getirmiştir
“Adalet-i mahzayı ifade eden “hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez” (Fatır, 35:18.) ayetine göre bir müminde bulunan cani bir sıfat yüzünden masum sıfatları mahkum etmek hükmünde olan adavet ve kin bağlamak ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus bir müminin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o müminin akrabasına adavetini teşmil etmek “Muhakkak ki insan çok zalimdir” (İbrahim, 14:34) siga-i mübalağa ile gayet azim bir zulüm ettiğini hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslamiye sana ihtar ettiği halde nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var dersin?” (Mektubat, s. 253-254.)

“Adalet-i mahza-i Kur’âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri-64.)

Hz. Aişe, Hz. Zübeyir ve Talha (ra) Adalet-i İzafiyeye Geçme İçtihadı
Hz. Ali (ra) kendisine muhalefet eden sahabelerin “İslâm ahlakı bozuldu, adalet-i mahzayı takip etmek güçleşti, adalet-i izafiye ile hükmedelim, toplumun selâmeti için ferdin hakkını nazara almayalım” demelerine mukabil “Birisinin hatası ile başkası mesul olmaz. Suçun şahsiliği esastır” (En’âm Sûresi, 6:164) “Haksız yere bir adamı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” (Maide, 5:32.) âyet-i kerimelerinin emrettiği “Adalet-i Mahzâ”yı esas almış ve uygulanabilir olduğunu göstermiştir.

Hz. Osman’ın (ra) katillerinin bulunması mümkün olmayınca Hz. Ali (ra) “Adalet-i Mahza” gereği suçu sabit olmayan birisinin katilin yerine öldürülmesine razı olmamıştır. Zira suç sabit olmazsa suçu olmayan öldürülecek ve bu da “Suçun şahsiliği prensibine” “Haksız yere bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir” âyetine aykırı olacaktı.

Daha sonra “adalet-i izafiye” namına pek çok zulüm ve haksızlıklar ortaya çıktığı için Bediüzzaman hazretleri “Adalet-i Mahza’nın tatbiki kabil ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür” buyurur. Teknik ve teknolojinin geliştiği ve suçluyu tesbit etmenin kolaylaştığı günümüzde adalet-i izafiye ile hükmedilmesinin doğru olmadığını ifade etmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Hz. Ali’nin (ra) veled-i manevisi olarak hakikat dersini ondan aldığını ifade eder. Mesleğinin Sahabe Mesleği ve Hz. Ali, (ra) Hz. Hasan (ra) meşrebi olduğunu belirtir. Hz. Hüseyin’in (ra) Yezid’in istibdadına ve saltanatı Emevî Irkçılığına bina etmesine “Hürriyet-i Şer’î Kılıcı” ile karşı çıktığını beyan eder. İstikametli yolun “Sahabe Mesleği ve Ehl-i Beyt Muhabbeti” olduğunu izah eder.

Adalet-i İzafiyenin İstismarı İstibdadı Güçlendirmiştir
Adalet, hak sahibine hakkını vermek ve haksızı cezalandırmak. Tarafsız hüküm vermek ve imtiyazsızlıkla hükmetmektir. Zıddı istibdad, baskı ve zulümdür. Bir işin ölçülü ve dengeli bir şekilde israf ve gösterişten uzak yapılmasıdır. Her şeyin düzen ve denge içinde yürüdüğünü ifade için “Gökler ve yerler adaletle ayakta durur” denilir. Hz. Ömer’e (ra) ait olan “Adalet mülkün temelidir” sözü de bu anlamdadır.

Adalet her şeyi layık olduğu yere makama oturtmak demektir. Müspeti hak sahibine hakkını vermektir; menfisi ise haksızlara ifrata ve tefrite kaçmadan hak ettikleri cezayı vermektir. Zira, ifrat ve tefrit ikisi de haksızlık ve zulümdür.

Adalet, her şeyi yerli yerinde yapmak, işlerde vasat olanı takip etmek ve müsavâttır. Yani, keyfiyet ve kemiyette ve sair sıfatlarda beraber olmaktır. Adalet ayrıca fıtrata uygun davranmak, aşırılıklardan sakınarak hikmet, iffet ve şecaatten meydana gelen orta yolu ve istikameti takip etmektir. Adalet, Kur’ân-ı Kerimin tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olmak üzere dört esasından birisidir.

Adalet-i İzafiye: Adalet-i izafiye ise bir cihetle adalet-i nisbiyedir. Adalet-i izafiye; izafî adalet olup, toplumun selâmeti için ferdin cüz’î hukukunun feda edilmesini öngörebilen adalet anlayışıdır. Adalet-i izafiye “ehven-i şer” diye umumun selâmeti için ferdi rızası olmadan feda edilebilir. (Mektubat, 15. Mektup, s. 89.) Ancak şu nokta kesinlikle unutulmamalıdır ki, adalet-i mahzanın uygulanabileceği bir durumda adalet-i izafiyenin uygulanması zulümdür. Çünkü bir masumun hakkı bütün insanlar için dahi olsa feda edilemez. Bir fert umumun selâmeti için feda edilemez. Cenâb-ı Hakk’ın yanında hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük hak büyük hak için iptal edilmez. İnsanın rızası olmadan, hayatı da hakkı da feda edilemez.

Ama ne var ki, bu prensip siyasiler ve yöneticilier tarafından çok su-i istimal edilerek pek çok zulumlare kaynak teşkil etmiştir. Bediüzzaman hazretleri bu konuda şöyle der: “Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.” (Emirdağ Lahikası, 270.)

Adalet-i mahzanın bir diğer prensibi “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.) ayet-i kerimesidir. “Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nispeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.” (Emirdağ Lahikası, 774.)

Bu sebeplerle bu zamanda “Adalet-i izafiye düsturu ile hareket edilmez. Zira gelişen toplum, eğitim ve uygarlıkla beraber teknik ve teknolojik imkanlar adalet-i mahzayı uygulanabilir hale getirmiştir. Bediüzzaman hazretleri “Adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez; gidilse, zulümdür.” (Mektubat, 15. Mektup, s. 89.) buyurmaktadır.

**

Adalet-i İzafiyenin Su-i İstimali ve Zulme Alet Edilmesi
Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semâvâtı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor. Çok masum ve mazlûmların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeniyetin zalimâne düsturu olan, “Cemaat için fert feda edilir; milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez… (Kastamonu Lâhikası, s. 112.)

“Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder. (Emirdağ Lahikası, 360.)

“Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki Harb-i Umumî, bu gaddar kanun-u esasînin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti…

İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı, Arş-ı Âzam’dan gelen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’âm, 6:164.) “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide, 5: 32.)

Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez—kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka meseledir” diye, hakikî adalet-i beşeriyeyi te’sis ediyor.” (Emirdağ Lahikası-II, s.647-648.)

Bunun çaresi
Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.” Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevî tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaîye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî irticaa düşecek.

İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” diye, birtek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi, binler misaller var. (Emirdağ Lâhikası, s. 319.)

**
Risale-i Nurun Meşrebi
Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (ra) hususan Cevşenü l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım. Zalimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükafatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye zarar verir.

Ulema-i ilm-i kelamın ve usulü d-din allamelerinin ve Ehl-i Sünnet ve’ l-Cemaatin dahi muhakkiklerinin İslami akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve ayat ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usulü’d-din düsturları, şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hatta, hiçbir yerde, hatta ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslam içine giriyor. Şialıkta mutaassıp ve Vehhabilikte de müfrit, filozofların en maddisi ve mütefennini ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hatta bazı misyonerler de din-i İsa’nın (as) hakiki ruhanisi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (ra) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilaçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz. (Emirdağ Lahikası, 183-184.)

Etiketler: adaletAdalet-i İzafiyeAdalet-i MahzaEmr-i Maruf ve Nehy-i Ani'l-MünkerHz. ÖmerHz. Osman'ın Adaletiİbadet ve AdaletSahabeSiyasi SuçSuçun şahsiliğiUhuvvet ve Muhabbetzulüm
M.Ali KAYA

M.Ali KAYA

Bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EN ÇOK PAYLAŞILANLAR

HÜRRİYET NEDİR?

SİYASAL İSLAM NEDİR?

Hz. HÜSEYİN’İN HÜRRİYET ve HUKUK MÜCADELESİ

ÜRETİMİN GÜCÜ

HÜRRİYET VE DEMOKRASİ İSTEMEYENLER

HÜRRİYET-İ ŞER’Î

YAZI ARŞİVİ

Copyright © 2021 - Her hakkı saklıdır

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
  • Anasayfa
  • Hakkımda
  • Kitaplarım
  • Sunumlarım
  • Hürriyet
  • Hukuk
  • İktisat

Hoşgeldiniz

Hesabınıza Giriş Yapın

Şifremi Unuttum Kayıt Ol

Yeni Hesap Oluştur

Kayıt olmak için aşağıdaki formları doldurun

Tüm Alanları Doldurun Giriş

Şifrenizi geri alın

Lütfen şifrenizi sıfırlamak için kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi girin.

Giriş