M. Ali KAYA
Adalet, hakkın gözetilmesi anlamına gelmektedir. Hakkı hak sahibine vermek ve hakkı gözetmek adaletin gereğidir. Hakkın çoğulu “Hukuk”tur. Adalet bireyi ve toplumu ilgilendirdiği gibi, din ve ahlak kuralları ile de ilişkilidir. Adalet ve hukuk insanlıkla beraber vardır. İslam’da haklar insanlar ile sınırlı olmayıp tüm varlıkları kapsayacak kadar geniştir. Bu bakımdan haklar “Hukukullah” ve “Hukuk-u İbad” olarak ikiye ayrılır. Birincisi kişinin yaratıcısı ile olan ilişkilerini ve haklarını düzenler. İkincisi ise kulun kullarla, insanlar ve bireylerle olan ilişkilerini düzenler ve adaleti sağlamaya çalışır.
İnsanlık tarihine baktığımız zaman Adaletin her zaman en yüce bir erdem olduğu konusunda filozofların ve ilim adamlarının hemfikir olduğunu görürüz. Ancak Avrupa’nın Ortaçağ’ın skolâstik karanlığından aydınlanma dönemine geçişi sağlayan düşünürler hukuksal eşitliğe uygunluğun adalet için yeterli olduğu düşüncesindedirler. Ancak bu kanunların adil olmasına, hukuk normlarının adil şekilde uygulanmasına bağlıdır. Kanun devleti demek hukuk devleti ve adil devlet demek anlamına gelmez. Kanunların hak ve hürriyetleri gözeterek yapılmış olmasıyla hukuk adil bir uygulamaya kaynak olur. Yasaların uygulanması zulme yol açabileceği gibi haksızlığın yayılmasına da kaynak teşkil edebilir.
Günümüzde adalet kavramı “Sosyal Adaleti” de içine alır. Sosyal adalet, ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerin dağılımındaki dengesizliklerin giderilmesi ve toplumdaki zayıf ve güçsüzlere devlet tarafından yardım elinin uzatılmasını gerekli kılar. Hukuk düzeninin adil olmadığı yerde sosyal adaleti sağlamak ta güçleşir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimede “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” buyrulmaktadır. Kral peygamber olan Hz. Davud’a yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Dâvûd! Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” Bu ayette de yüce Allah idarecilerin heva ve hevese uyarak karar vermelerinin zulme sebep olduğunu vurgulamaktadır.
Yüce Allah iman edip salih amel işleyenlere şöyle hitap eder: “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emreder” buyurur. Bu ayette idarecilik ve yöneticiliğin ehil ellere verilmesi ile adaletin sağlanabileceği ifade edilmektedir. İdareciyi seçmek iman edenlerin görevi olduğu gibi, yönetime ehil olanlar getirilmelidir ki adalet sağlanabilsin denilmektedir.
Yüce Allah “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” buyurarak yeryüzünde adaleti sağlamanın mü’minlerin görevi olduğunu söyleyerek mü’minlere dünyada adaleti sağlama misyonunu yüklemektedir.
Peygamberimiz (sav) adalet konusunda oldukça titizdi. Mekke’nin fethinden sonra Fatıma adında soylu bir aileye mensup olan bir kadının hırsızlık yaparken yakalandı ve peygamberimizin (sav) huzuruna çıkarıldı. Suçu sabit olduğu için had uygulanarak elinin kesilmesi gerekiyordu. Mekke’nin ileri gelenleri bu kadının ceza almaması için peygamberimize nazı geçen çok sevdiği Hz. Üsame b. Zeyd’i (ra) gönderdiler. Bu duruma çok öfkelenen peygamberimiz (sav) halkın toplanmasını söyledi ve yüksek bir yere çıkarak şöyle buyurdular: “Ey İnsanlar! Geçmiş milletlerin ne yüzden yollarını sapıttığını biliyor musunuz? Onların asilzadeleri bir şey çalarsa onu cezalandırmazlar, itibarı az olanları çalarsa onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki böylesine adi bir işi o Fatıma değil de kızım Fatıma yapmış olsaydı onu da cezalandırırdım.”
Yüce Allah peygamberimize (sav) “De ki: Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum” buyurarak görevinin adaleti sağlamak olduğunu açıkça emir buyurmuşlardır. Peygamberimiz (sav) de ümmetinin idarecilerine adalet tavsiyesinde bulunarak “Adil, bilgili ve başarılı idareciler; hısım, akraba ve Müslümanlara karşı yumuşak kalpli ve şefkatli olanlar; aile fertleri kalabalık olduğu halde harama el uzatmayan, haramdan uzak kalmaya çalışanlar cennet ehlidirler” buyurarak adaletli olmaları konusunda uyarılarda bulunmuştur. Kıyametin dehşetli gününde de “Adaletli davranan idarecinin arşın gölgesinde gölgeleneceğini” müjdelemiştir.
Dinimizin adaleti sağlamada gayr-i müslimleri eşit tutar. Peygamberimiz (sav) “Kim bir zımmiye eziyet ederse ben onun hasmıyım. Ben kimin hasmı olursam, ahirette onun yakasını tutarım, zımmınin hakkını alırım” buyurarak Müslümanların gayr-i müslimlerin hukukuna daha çok riayet etmelerini istemiştir. İslâm dini başka dine mensup olan insanların hak ve hukukuna riayet edilmesini emreder. Sulh halinde, onların hakları da aynen Müslümanların hakkı gibi saklıdır, koruma altındadır. Nitekim Hanefi mezhebinde, “sulh halinde, Müslüman olmayan bir insanı haksız yere öldüren bir Müslüman’a da kısas uygulanır”, yani o da ölüme mahkûm edilir.
İslam’ın nazarında hak insan hakkıdır. Bunun için insanları birey olarak ele alır ve din, ırk ve düşünce ayrımı yapmadan bireyin hukukunu korumayı esas kabul eder. İslam Tarihini altın sayfalarında adalet örneklerine oldukça sık rastlanır. Bilhassa peygamberimizin (sav) yukarıda örneğini verdiğimiz adalet konusundaki titizliğinden örnek alan sahabeler idare ettikleri şehirlerde ve halifeler yönetimde örnek davranışlar sergilemişlerdir. Hz. Ömer’e (ra) “Ömer-i Adil” dedirten husus bunun em güzel ifadesidir.
Hz. Ali (ra) kaybettiği kürkünü bir Yahudinin pazarda satmaya çalıştığını görünce ondan kürkün kendisine ait olduğunu söyleyerek ister. Yahudi vermedi ve doğruca Kadı Şüreyh’e gittiler. Kadı Hz. Ali’den (ra) kürkün kendisine ait olduğuna dair şahit istedi. Hz. Ali (ra) da oğlu Hasan (ra) ve azatlı kölesi Kamber’i gösterdi. Kadı Şureyh yakınlığından dolayı Hz. Hasan’ın şahitliğini kabul etmedi. Başka delili olmayınca kadı Şureyh kürkü Yahudi’ye vererek mahkemeyi bitirdi. Yahudi bu durum karşısında halife Hz. Ali’nin adalete bu derece boyun eğmesinden dolayı gerçeği itiraf ederek kürkü Hz. Ali’ye (ra) vererek Müslüman oldu. Bu Yahudi daha sonra Sıffin savaşında şehit oldu.
İkinci bir örnek de Fatih Sultan Mehmet’tir. Fatih, kendi adına yapılan camiinin sütunlarını mimari projeye uygun olmadığı için kesen Rum mimamarın elini kestirir. Bunun üzerine Rum mimar mahkemeye başvurur. Kadı Hızır Fatih’i mahkemeye çağırarak Rum mimar ile eşit şartlarda yargılar ve Fatih’in de elinin kesilmesine hükmeder. Rum mimar bunun üzerine davasını geri çeker; ama Kadı Hızır Fatih’i tazminat ödemeye mahkûm eder.
“Dokunulmazlara dokundurmayız” denilen bir durumun yaşandığı zamanımızdaki adalet mekanizmasını işleyişi ile Osmanlı Devletini ayakta tutan hukuk ve adalet mekanizmasını kıyaslama imkânı dahi yoktur. Sahabeleri 50 sene içinde üç kıtaya hâkim eden ve Osmanlıyı 600 yıl ayakta tutan sır budur. Bunun için Hz. Ömer (ra) “Adalet mülkün temelidir” demiştir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde adalet ile hükmetmeyen kavimlerin sonlarının ne derece kötü olduğunu şöyle ifade eder: “Nice kasabaların halkını haksızlık yaparlarken yok ettik. Artık damları çökmüş, kuyuları terk edilmiş, sarayları bomboş kalmıştır.” “Halkı zalim olan nice kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik.”