1mod.io
Sosyal Medya
Plugin Install : Cart Icon need WooCommerce plugin to be installed.
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
  • Giriş
  • Kayıt
  • Anasayfa
  • Hakkımda
  • Kitaplarım
  • Sunumlarım
  • Hürriyet
  • Hukuk
  • İktisat
Hürriyet Hukuk İktisat
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
Anasayfa HUKUK

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

Peygamberimiz (asm) “Her kim ulu’l-emre itaat etmeden ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur” (Buhari, Ahkam, 4; Müslim, İmâre, 58.) buyurmuşlardır.

M.Ali KAYA M.Ali KAYA
5 Mart 2022
HUKUK
0
DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ
Share on FacebookShare on Twitter

M. ALİ KAYA
Giriş
Peygamberimiz (asm) “Her kim ulu’l-emre itaat etmeden ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur” (Buhari, Ahkam, 4; Müslim, İmâre, 58.) buyurmuşlardır. Yine “Müslümanın hoşuna gitse de gitmese de başındaki ulu’l-emre itaat etmekle görevlidir; ancak itaat marufadır, Allah’a isyan olan yerde kula itaat olmaz” (Buhari, Ahkam, 4.) buyurarak itaatin sınırlarını da göstermiştir.

İslam alimleri bu hadisler ve “Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin, sizden olan ulu’l-emirlere de itaat edin” (Nisa, 4:59.) ayeti kerimesinde emredilen itaatin Allah’a ve Resulüne itaat şartına bağlamışlar ve “İtaat marufadır; Allah’a isyan olan yerde kula itaat olmaz” hadis-i şerifinin itaati sınırladığını belirtmişlerdir. Fakat bu itaatin asayişi ve huzuru bozmak, isyan etmek ve anarşiye sebep olmak şeklinde olmayacağını da “Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı da sahihtir” (İbn-i Abidin, Reddu’l-Muhtar) demişlerdir. İtaatsizliğin ancak pasif direniş şeklinde olup sessiz direnmek şeklinde olacağını ifade etmişlerdir. Bu konuda İmam-ı Azam, Ahmed b. Hanbel, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman Said Nursi çok güzel örneklerdir.

İslamiyet sulh ve selamet, emniyet ve asayişe büyük önem verir. Peygamberimizin (asm) Mekke dönemindeki tutumu ve Hudeybiye Barışındaki durumu asayişin ve barışın önemini göstermesi açısından önemlidir. Bundan dolayı ulema-i İslam “Boynunda bey’at sorumluluğu olmaksızın ölen bir kimse cahiliye ölümü ile ölür” (İbn-i Hazm, El-Muhallâ, 9:359.) hükmünü vermişler ve devlete isyan ederek bozgunculuk ve anarşi çıkarmanın, zalim hükümdara karşı çıkıyorum diye insanların mallarına, canlarına ve ailelerine zarar vermenin dinimizce kabul edilemeyeceğini ifade etmişlerdir.

Cumhur-u ulema “Toplumu ayakta tutacak, halka yön verecek, suçluyu cezalandıracak, zayıfı koruyacak adil bir yöneticinin bulunması zorunludur” (Taftazani, Şerhu’l-Akâid, İstanbul-1326, s.181.) demişlerdir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Biz iyi insanlara dünyada yöneticilik ve hakimiyet verdiğimiz zaman onlar namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar. İşlerin sonu Allah’a ulaşır” (Hac, 22:40.) buyurarak yöneticilerin sorumluluk duygusu ve Allah’a hesap verme korkusu ile hareket ederek din ve vicdan hürriyetini korumaları, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama görevlerinin olduğunu bize öğretir.

Kur’ân-ı Kerim idarecilere itaat emrinden önce idarecinin seçim görevinin halka ait olduğunu, halkın da yönetim görevini bu göreve ehil olan ve adaleti temin edecek olana vermeleri gerektiğini belirtir. Şöyle buyurur: “Şüphe yok ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten de Allah, size ne de güzel öğüt vermede. Şüphe yok ki Allah, her şeyi duyar, görür.” (Nisa, 4:58.)

Bu ayet bize ehil insanları seçip yönetici yapmamızı, onlar da adaletle iş görürlerse onlara itaat etmemizi emreder. “İyilikte yardımlaşın, Allah’a isyanda ve kötülükte yardımlaşmayın” (Maide, 5:2.) ferman eder.

Bu durumda toplumun adalete yardımcı olmaları, zulme yardımcı olmamaları gibi önemli bir görevinin olduğunu, emaneti ehline vermek gibi seçim görevinin de bulunduğunu anlıyoruz.

Asr-ı Saadetin Yönetim Sistemi Olan Hilafet Nedir?
İslam’da seçimle gelen yöneticilerin “meşveretle” yönetimine “hilafet” adı verilir. Peygamberimiz (asm) “Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra ısırıcı saltanat dönemi gelir, ondan sonra zorbalık ve ceberut dönemi gelir. Sonra Mehdi gelir de hilafeti yeniden ihya eder” (Ebu Davud, Sünnet, 9; Tirmizi, Fiten, 48; Suyutî, Camiu’s-Sağir, 3326; Nursi, Mektubat, 103.) buyurmuşlardır.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde Semavat ve arzın mülk ve melekutu Allah’a aittir. (Bakara, 2:255.) buyurur. Kâinatta hükmeden Allah’tır. Allah her yerde hazır ve nazırdır. Ancak yüce Allah insanı halife-i arz olarak yaratmış, hürriyet ve cüz’î irade ilim ve kudret vererek mahlukatı emrine vermiş ve tasarrufa memur kılmıştır. İnsanlar da kendi aralarındaki iş bölümü ve yardımlaşma yaparak yönetimi seçimle belirlemelerini ve seçtikleri yöneticiye itaat ederek dünya işlerini tanzim etmelerini emretmiştir.

Ama ne var ki yönetim konusunda liyakati olmayan; ama iddiası olan Hıristiyan din adamları “Allah’ın hakimiyetini sağlayacağız” “Din devleti kuracağız” diye din ile insanlara ve krallara hükmetmeye çalışarak “Teokratik” bir düzen ve yönetim sistemi kurmuşlardır. Böylece keyfi olarak kralları ve halkı kilisenin baskı ve istibdadına mahkûm etmişlerdir. Teokratik yönetimin istibdadına baş kaldıran aydınlar bu defa ifrat ederek “Laiklik” adı altında dini tamamen yönetim dışına çıkaran bir sistem geliştirdiler. Hristiyanlar ifrat edip dini siyasete alet ettiler, ona tepki gösteren liberaller de tefrit ederek dini tamamen dışlayarak Laikliği ilan ettiler. İslamiyet ise istikameti takip ederek siyaseti dine, yani adalet, hürriyete alet edip halkı da yönetime katarak “Meşveret” sistemini getirdi. Böylece Kur’an Din-Devlet ilişkilerinde orta yolu takip etmiş ve “Meşveret” sistemine “Hilafet” demiştir.

Devlet Nedir?
Eskiden devlet idareci ve padişah idi. Günümüzde ise devlet kurumlar ve müesseseler bütünüdür. Soyut bir kavramdır. Tüzel bir kişiliği de yoktur. Bu sebeple devletin dini ve sorumluluğu olmaz ve devletin amacı adalet ve hukuk olduğu için devlet yanlış yapmaz. Yanlış yapan devleti yönetme sorumluluğunu üstlenen yöneticilerdir. Bunun için sorumluluk yöneticilere aittir.

Tebanın, halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelere “İslam Devleti” denmesi mecazidir. Din inançlar bütünüdür ve ibadetdle takviye edilir. İman etmekle kişi bir dine girmiş olur. İman ise kalbin tasdikinden ibarettir; dilin ikrarı kişinin Müslüman olduğunu veya herhangi bir dine girdiğini haber verir ve ona öyle muamele edilir.

Hiçbir insan zorla herhangi bir dine inandırılamaz. İnsan hürdür ve iradesi ile aklen ikna olmak ve kalben tasdik etmekle iman etmiş olur, kalben kabul etmeyeni dine zorlamak onun münafık olmasına, inanmadığı halde inanır gözükmesine sebep olur. Bu durum İslam’da küfür ve inkardan daha büyük günahtır. Bu sebeple “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2:256.) Zorlama insanı nifaka götürür, ahlakını bozar ve insanlığını öldürür.

Dinin devleti olmaz; devlet insanların dünyaya ait ve hukukla ilgili yönlerini tanzim eder, tek başına karşılayamadığı ihtiyaçlarını düzenlemek için beşerî bir ihtiyaçtan doğmuştur ve devlet ırkîdir. Bunun için dinin devleti olmaz, insanlığın devleti olur. Devlet yöneticidir ve yönetimdir bu da ırkîdir. Bu sebeple Türk, İngiliz, Alman, Arap, Hindu, Çin ve Japon devleti denir. Din devleti demek ne derece yanlış ise dinsiz devlet demek de o derece yanlıştır.

Devlet hukuki bir yapı olduğu için insanları yasalara uymaya zorlar; ancak “Dinde zorlama yoktur. Hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara, 2:256.) Yüce Allah hak ve hakikati insanlara peygamberler aracılığı ile bildirmiş, peygamberler de tebliğ etmiştir. İnsan hürdür; dileyen aklını ve vicdanını kullanır, hak ve hakikati kabul eder, dileyen de kabul etmez. Kişi Allah’a karşı sorumludur ve Allah ona ahirette mükafat veya ceza verir. Zira yüce Allah böyle vaat etmiştir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde Peygamberimize (asm) hitaben “Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi de inanırdı. Artık inansınlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?” (Yunus, 10:99.) buyurarak inanç konusunda insanlara hürriyet tanıdığını ifade eder. Devam eden ayette ise “Allah dilemedikçe, izin vermedikçe kimse iman edemez. Akıllarını kullanıp iman etmeyenleri de Allah rezillik içinde bırakır” (Yunus, 10:100.) buyurarak imanın aklı kullanarak Allah’ın varlık ve birliğini, dinin gereğini anlayarak iman etmelerini ister.

Buradan anlıyoruz ki “İnanç Hürriyeti” Kur’ân-ı Kerimde kemâliyle vardır. Devlet ve halk (Teba) ilişkisi din boyutunda değil; hukuk boyutundadır. Dinin hukukla ilgili, insanlar arası ilişkileri tanzim eden, suçları ve cezaları konu edinen yönü hukukî yönüdür. İnsanî ilişkilerde adaleti sağlamaya yöneliktir.

Devletin görevi hürriyeti, adaleti, hukuk karşısında eşitliği, toplumda huzur ve asayişi sağalamak ve halka hizmet etmektir. Peygamberimiz (asm) memuriyeti “Seyyidü’l-kavme hâdimühüm” “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” (Deylemî, Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut, 1986, 2:324.) buyurarak ifade etmiştir. Yöneticiler için de “Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüklerinizden mesulsünüz” (Buhârî, Cum`a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihâd 27.) buyurarak sorumluluklarını hatırlatmıştır.

Bir ülkede yaşayan insanlar farklı din, ırk ve düşünce içinde olabilir. Devlet halka eşit mesafededir. Devletin görevi kimseye ayrıcalık tanımadan tam bir tarafsızlık ve imtiyazsızlık ile davranmak ve “kamu düzenini” sağlamaktır. Bu sebeple devlet dini ve ideolojik ve ırkî olmaz. Zira taraf olan devlet zorba olmak, baskıcı olmak zorundadır. Bu da zulme sebep olur ve devletin varlık sebebine aykırıdır. Adil devlet tarafsız devlettir. Bu zamanda böyle bir devlete “Demokratik Devlet” adı verilmektedir. Böyle bir yönetim de “Demokratik Yönetim”dir.

Devlet, güneş gibi şefkatli, yağmur gibi herkese faydalı, toprak gibi mütevazi olmalıdır. Tabii ki devleti bu hale getiren yöneticileridir. Yöneticisi böyle olan devlet de yöneticisi gibi olur.

Hıristiyanlıkta Din Devlet İlişkileri ve Laiklik
Laiklik, Fransa’da kilisenin baskı ve istibdadından kurtulmak isteyen aydınların kiliseye karşı bağımsızlık mücadelesinin adıdır. Kilise Allah adına hareket etme yetkisini kendisinde gören bir kurumdur. XIV Yüzyılda başlayan bu mücadele dine karşı değil, teokratik bir yönetim sergileyen kiliseye karşıdır. Kilise devlet yetkilerini belirleme amacı ile ortaya çıkmıştır.

Hıristiyanların kaynağı Kitab-ı Mukaddestir. Kitab-ı Mukaddeste Tevrat, Zebur ve dört İncil ile Hristiyan Azizlerinin mektupları vardır. Bunların tümü “Kutsal Metin” olarak kabul edilir. Hz. Davud ve Süleyman (as) kral ve peygamberdir. Allah’ın hakimiyetini sağlamışlardır. Emsal-i Süleyman bölümünde şöyle der: “Süleyman dedi: Ey Oğlum! Rab’den ve kraldan kork! İhtilalcilere uyma!” (Kitab-ı Mukaddes, Dersaadet-1910, Ahd-i Atik, Emsal-i Süleyman, XXIV:21, s.775.)

İncil’de Pavlos’un Mektupları bölümünde şöyle der: “Herkes emri altındaki hükümete itaat etsin. Zira Allah tarafından verilmemiş bir yetki yoktur. Mevcut hükümetler Allah tarafından tertip olunmuştur. Hükümetler kötü işler için korkuturlar. İyi olanı yap, o zaman onlar tarafından övülürsün. O Allah tarafından iyiliğin için görevlendirmiştir. Kötü olanı yaparsan kork. Çünkü o kılıcı boşuna taşımıyor. Zira o Allah’ın hizmetindedir. Kötülük işleyene öfkeden dolayı intikam alır. Bu sebeple gönülden ona bağlı olmak gerekir.” (Pavlos’un Romalılara Mektubu, Bab: 13, 1-5, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i Cedid, s.206.)

Petrus’un mektubu da aynı mealdedir. Şöyle: “İnsanlar tarafından kurulan her düzene bağımlı olun. Gerek kırala gerekse valiye… O Allah tarafından suçlullar cezalandırılsın ve iyi iş yapanlar övülsünler diye görevlendirilmiştir. Zira Allah’ın istediği şudur. Hür kişiler gibi yaşayın; ama hürriyetinizi şerre örtü yapmayın. Allah’ın kulları gibi iyilikle cahilleri susturun. Herkese saygı gösterin. Kardeşleri sevin. Allah’tan korkun. Krala saygı gösterin.” (Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i Cedit, Petrus’un Mektubu, 11:13-17, s. 298.)

Hz. İsa “Sezarın hakkını sezara verin!” dediği için yöneticilere itaat edilmesi gerektiğini söylemiş oldu. İncil’de bu husus şöyle geçer: Peki, söyle bize, sence Sezar’a vergi vermek Kutsal Yasa’ya uygun mu, değil mi?” İsa onların kötü niyetlerini bildiğinden, “Ey ikiyüzlüler!” dedi. “Beni neden deniyorsunuz? Vergi öderken kullandığınız parayı gösterin bana!” O’na bir dinar getirdiler. İsa, “Bu resim, bu yazı kimin?” diye sordu. “Sezar’ın” dediler. O zaman İsa, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” dedi. Bu sözleri duyunca şaştılar, İsa’yı bırakıp gittiler.” (Luka, 20:20-26; Markos, 12:14-17.)

Bu sebeple kilise toplum üzerinde hakimiyetini krallara hükmetmekle buldular. Özellikle Orta çağ Rûhânî iktidar ile cismânî iktidar, Papa ile İmparator arasında zorlu mücadeleler yaşandı. En ünlüsü Papa III. İnnocent (1198-1216) ve Papa VIII. Boniface’nin (1294-1303) ortaya attığı “İki kılıç kuramıdır.” Bunlardan birincisi ruhani iktidarı, diğeri cismânî iktidarı temsil ediyordu. Her ikisi de doğrudan papanın hakimiyetini öngörüyordu. Sonuçta ikisi de papaya bağlıydı. Sonuçta bu kuram ruhâni iktidarın üstünlüğünü vurgulayarak siyasal alanı ruhâni iktidara tabi kılıyordu. Hıristiyanlıkta Orta Çağın yapısı böyle idi. Yönetime tamamen teokrasi hakimdi.

Teokrasi “İlâhi yönetim” anlamına gelmektedir. “Siyasi olarak toplumu yönetme ve topluma hükmetme yetkisinin Allah’ın iradesine ait olduğunu iddia eden kilise yönetimidir.” (Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankra-1968, s.16.) Kilise Allah adına bu yönetimi uygular. Kilise bunu Krala hükmetmekle gerçekleştirmeye çalışmıştır. Kiliseye göre hakimiyet Allah’ındır ve Allah’ın hakimiyetini sağlayan krala karşı çıkmak Allah’a karşı gelmektir. Bu şekilde teokratik bir yönetim sonuçta Avrupa’da “Vatikan” devleti şeklinde bir köşede bırakılmıştır.

İslam’da böyle bir yönetim şekli yoktur. Zira İslam’ın temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim “İnsanı halife unvanı ile yeryüzüne halife kıldığını” (Bakara, 2:30.) ifade ederek insanı hür yarattığını, kendisini ve toplumu idare etme ve eşyaya hükmetme yetkisinin kendisine verildiğini ve bundan sorumlu tutulduğunu ifade etmektedir. Yönetmek ve yöneticiyi seçmek insanın görevidir.

Peygamberimiz (asm) den sonra “Hulefa-i Raşidin” böyle yönetmiştir. “Hakimiyet Allah’ındır” (Yusuf, 12:40.) ayetini slogan haline getirip “Allah’ın iradesini hâkim kılacağız” diyenler dini siyasete alet eden ve dini kullanarak hükmetmeye çalışan ve İslam toplumunda huzursuzluk, anarşi çıkaran ve meşru yönetime baş kaldıran “Haricî” zihniyetin eseridir. Bunlar İslam’dan ayrılmış, kendi heva ve heveslerine uymuş olan cahil bir topluluktur. Hulefa-i Raşidinin dördüncüsü olan Hz. Ali (ra) bunların fesadını ortadan kaldırmak için mücadele etmiş ve mütecaviz oldukları, cana, mala tecavüz ederek meşru yönetime savaş açtıkları için onlarla savaşmıştır. Ama ne var ki fikir olarak zamanımıza kadar evrilerek gelmiş, daima devletlere karşı isyan hareketlerini başlatmış ve günümüzde de IŞID olarak ortaya çıkmışlardır. Halbuki ayette ifade edilen hakimiyet “Mutlak hakimiyettir” ki bu zaten Allah’a aittir.

Avrupa’daki kilisenin istibdadı, din ve devlet mücadelesi sonuçta 1789 Fransız İhtilalini doğurmuştur. 1789 “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nin 10. Maddesi şöyledir: “Hiç kimse dini inanç dahil, inançlarından dolayı rahatsız edilemez. Kamu düzenini bozma hariç” denir. 11. Madde “Düşünce ve inancı yaymakta hürdür. Yasalar kötüye kullanmayı önler” der.

Bu bildirgenin 1791 Fransız Anayasasının başlangıç maddesini oluşturmuştur. 1948 Birleşmiş Milletlerin (BM) kabul ettiği “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” “Din ve Vicdan Hürriyetini” güvence altında almıştır. 18. Maddesi şöyledir: “Herkes düşünce, din ve vicdan hürriyetine sahiptir. Bu ibadet ve eğitim-öğretim hürriyetini içerir” demektedir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “De ki: Kur’an Rabbinizden hak ve gerçek olarak inmiştir, artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Şüphe yok ki biz, zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki etrafındaki duvarlar, onları çepeçevre kuşatır, susayıp su istedikleri zaman irin gibi bir su sunulur onlara ve bu su, yüzlerini bile yakıp kavurur, ne de kötü bir sudur ve orası, ne de kötü dayanılacak, oturulacak yerdir.” (Kehf, 18:29.) buyurarak sonucuna katlanmak şartı ile inancında hür ve serbest olduğunu ifade eder.

Bir başka ayette ise “Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur ve kim doğru yoldan sapmışsa kendisini sapıtmıştır ve kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez, birisinin hatası ile bir başkası suçlanmaz ve biz, peygamber göndermedikçe hiçbir topluluğu azaplandırmayız.” (İsra, 17:15.) buyurarak düşünce ve fikir hürriyetini düzenlemiş, suçun şahsiliği prensibini koymuş ve peygamber göndermediği toplumların ahirette dini yönden sorumlu tutulmayacağını hükme bağlamıştır.

Din Eğitimi denince “İnanç eğitimi, ibadet eğitimi, ahlak eğitimi ve hukuk eğitimini” içerir. Din ve Vicdan Hürriyeti kemâliyle İslam dininde mevcut olduğu için tarihte din devlet çatışması yaşanmamıştır. Din ve Vicdan Hürriyeti’nin hâkim olduğu ABD, İngiltere, Almanya gibi demokratik ülkelerde “Laiklik” Anayasa’ya girmemiştir. Fransa, Türkiye gibi ülkelerde Laiklik Din ve Vicdan Hürriyetini kısıtlamak için Anayasal bir madde haline getirilmiştir.

İslam’da Din ve Devlet İlişkileri
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Şüphe yok ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten de Allah, size ne de güzel öğüt vermede. Şüphe yok ki Allah, her şeyi duyar, görür.

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasulüne itaat edin ve sizden olan seçtiğiniz idarecilere de itaat edin ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve peygambere götürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız. Bu sizin için en hayırlısıdır ve sonuç olarak ta en iyisidir” (Nisa, 4:58-59.) buyurur.

Bu iki ayette devlet başkanının seçimi, adaletin tesisi için gereken hususlar sıralanmıştır. Önce emaneti ehline verin” buyrularak ehil olanı halkın seçmesi istenmektedir. Sonra “adaletle hükmedin” diye yöneticilere nasıl davranacakları emredilmiştir. Böylece idarecilerin hem kendilerini seçen halka hem de her şeyi bilen ve gören yüce Allah’a hesap vermesi gerektiğini ve bu sorumluluk duygusu ile hareket etmesi gerektiği ifade edilir.

Devam eden ayette ise itaatte ve yasamada hiyerarşi anlatılmaktadır. Hem idareciler hem de yönetilenler önce Allah’a itaat edecekledir. Bu Anayasa’ya uyulması gerektiğini ifade eder. Çünkü Allah’ın kanunları “Hürriyet, Adalet, Hukuk, Meşveret” gibi Anayasa’nın temel hükümlerini ihtiva eder. Sonra “Peygambere itaat” emredilerek yöneticilerin “Meşveretle” çıkardıkları “Yasalara” da uyulması istenir. Zira Anayasa genel hükümleri, yasalar ise uygulamaları düzenler. Nitekim Kur’an ahkamının uygulaması de Peygamberin sünneti ile hayata geçer. Sonra “Ulu’l-Emre itaat edin” buyrularak Allah’a ve Resulüne itaat eden ve yasaları uygulamakla yükümlü olan yöneticilere itaat emredilmiştir.

Bu ayette emredilen itaat mutlak değil, mukayyettir. İtaati sınırlayan ide Allah’a ve Resulüne, yani Anayasa ve Yasalara itaat etmesi, keyfi hareket etmemesi ve adil olması şartına bağlıdır. Bunu da Peygamberimiz (asm) “Allah’a isyan olan yerde kula itaat olmaz” (Buhari, Ahkam, 1; Müslim, İmare, 39-40.) hadisi ile ifade etmiştir. İslam bilginleri bu hadisin “Ulu’l-Emre itaat” emrini sınırladığını ifade etmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu şöyle ifade eder: “Meşrutiyet, adalet, meşveret ve kanunda cem-i kuvvetten ibarettir. Kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer, istibdat mutlak keyfî olur.” “İstibdat zulüm ve tahakkümdür, meşrûtiyet adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere (asm) tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar, haydutturlar.” (ESDE, Divan-ı Harb-i Örfi, 121.)

Bediüzzaman Şeriatın yönetim sisteminin de Meşrutiyet denilen ve yukarıda tarafi yapılan sistem olduğunu ifade eder ve şöyle der: “Asıl, şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrûtiyet-i meşrûadır. Demek, meşrûtiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi, taklidî ve hilâf-ı şeriat telâkki etmedim ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve şeriatı Avrupa’nın zünun-i fasidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştım” (ESDE, Divan-ı Harb-i Örfi, s.121.)

Maalesef “Şeriat isteriz” diyenler şeriatı bilmedikleri gibi, “Demokrasi küfürdür” diyenler de demokrasiyi bilmeden karşı çıkmaktadırlar. Yani “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husûmette fenalık var. Husûmete vaktimiz yoktur.” (ESDE, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 122.) Ama ne var ki bizler “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyoruz.” Sonra gerçeklerle karşılaşınca ikide bir fikrimizi değiştiriyoruz.

İslam’da Halkın Yöneticileri Murakabesi ve Yönetime Katkısı: Muhalefet
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Emr-i Maruf ve Nehy-i Ani’l-Münker” görevini, yani iyiliği emretme ve kötülüğe engel olmayı insanlara emretmiştir. Allah’a inanan mü’minlerin de en önemli görevlerinden birisinin bu olduğu ifade edilir. “İçinizde öyle kişiler bulunmalı ki onlar, sizi hayra çağırsın, size iyiliği emretsin, sizi kötülükten vazgeçirmeye çalışsın. İşte gerçekten kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmran, 3:104.) buyurur.

Devam eden ayetlerde bu görevi yapanların gerçek müminler olduğu ifade edilir. “Siz Müslümanlar, insanlığın iyiliği için yaratılarak yeryüzüne çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz, doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a da inanırsınız. Geçmişteki bize de kitap verildi diyenler, inanmış olsalardı bu kendi iyiliklerine olacaktı. Ama içlerinden pek az inanan bulunsa da, çokları doğru yoldan çıkmışlardır” (Âl-i İmran, 3:110.) buyrularak diğer insanların da müslüman olup bu görevi yapmaları istenir.

Emr-i marufu kim yapacaktır? Tüm inananlar. İnananlar içinde yönetilenler ve yönetenler vardır. O zaman bu görev ikisine de aittir. Yönetenler bu görevi yaptıkları gibi, ihmal ettikleri, yapmayıp zulmettikleri zaman yönetilenlerin onları uyarması ve vazifelerini onlara hatırlatması gerekir. Bu işler dünyaya, siyasi ve ekonomik olarak da tüm insanları ilgilendirdiği için hiç kimse “Bana ne!” diyemeyecektir. Dünya işi ise o işle meşgul olan insanların daha iyi bileceği hususlardır. Her sanat ve meslek erbabı elbette kendi sanat ve mesleğine ait hususları en iyi bildikleri için yöneticiler onlarla istişare ederek onların dert ve sıkıntılarına çare bulabilirler. Bunun için yüce Allah “Meşveret ve Şurayı” emretmiştir. (Âl-i İmran, 3:159; Şura, 42:38.)

Peygamberimiz (asm) “Siz kendi işlerinizi ve dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” (Müslim, Fedail, 139-141.) buyurarak iş konusunda, yönetime, savaşa ve ekonomiye ait kararları halkla ve erbabı ile istişare ederek alıyor ve bu şekilde onların menfaatlerini ve çıkarlarını koruyordu.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde Peygamberimize (asm) hitaben “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, bana vahy edildi ki Rabbiniz ancak ve ancak bir olan Allah’tır. Artık Rabbiyle buluşmayı uman salih ameller işlesin ve Rabbine ibadetinde hiçbir şeyi ortak koşmasın” (Kehf, 18:110.) demeyi emretmiştir. Böylece Peygamberimiz (asm) kendisine vahiy gelmeyen dünyaya ve yönetime dair meselelerde sahabeleri ile ve halkla istişare ederek karar veriyordu.
Peygamberimize (asm) “Hangi cihat daha üstündür?” diye sorulduğu zaman da “Zalim hükümdara hak söz söylemektir” (Nesai, Bey’a, 37.) buyurarak halkın yöneticileri murakabe etmesi ve ikaz etmesini tavsiye etmiştir. Hz. Ömer (ra) da “Bizi murakabe ediniz. Sizin tenkitlerinize biz kulak vermezsen bizde hayır yoktur, siz bizim yanlışlarımızı söylemezseniz sizde hayır yoktur” demiştir. Adil bir yönetim ancak halkın adalete yardımcı olması ile gerçekleşir.

Bütün bu gerçeklerden dolayı Ehl-i Sünnet yönetimde “Hulefa-i Raşidinin halk tarafından seçilmesi ile iktidara gelmelerini ve yöneticileri murakabe etmesi gerektiğini, idarecilerinde onlarla istişare ederek beraber yönetmesinin Kur’an ve Sünnete uygun olduğunu söylemişlerdir.

Şia bu konuda Ehl-i Sünnetten ayrı düşünmektedir. Onlar yönetimin ilâhî olması gerektiğini ve seçimle değil tayinle ve atama ile gerçekleşmesi gerektiğini iddia ederler. Buna Kur’an ve Sünnetten delil getirmemekle beraber Peygamberimizin (asm) Hz. Ali’yi vasi tayin ettiğini, bunun kendisinden sonra yönetim için atadığı şeklinde iddiada bulunurlar. Halbuki onların iddia ettiği bu durumu Hz. Ali (ra) kabul etmemektedir. Hz. Ali (ra) ilk üç halifeye hem biat etmiştir hem de onlara yardımcı olmuş, fetva makamında bulunmuş ve Şura Meclisinde görev yapmıştır. İddia edildiği gibi peygamberimiz (asm) bu görevi kendisine vermiş olsaydı, hayatı bahasına bunu ifa için her türlü mücadeleyi vermekten çekinmeyecekti ve sahabeleri pek çoğu da bunu kabul edecekti.

Şiaya göre insanlar imamı nasb ve tayine yetkili değillerdir. (Muhammed Rıza Muzaffer, Akaid-i İmamiye, Şia İnançları, Çev. Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul-1978, s.50.) Şayet iddi edildiği gibi insanlar bu konuda yetkili değilse Allah’ın insanları yönetime tayin ettiği nereden bilinecektir? Bu durumda pek çok hurafe ve batıl inanç ortaya çıkacak ve pek çokları Allah’ın bu görevi kendisine verdiğini iddia ederek yönetime talip olacaktır ki bu inanç toplumda pek çok karışıklıklara, yönetime karşı isyan hareketlerine sebep olmuştur.

Şiaya göre imamlar peygamberler gibi masum olup, asla günah işlemez ve yanlış yapmazlar. Allah onları korumaktadır. Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bir kuvve-i kutsiye ile ve ilham tariki ile hükmederler. Onların buyrukları Allah’ın buyruğu gibidir. Onlara itaat Allah’a itaattir, onlara düşmanlık da Allah’a düşmanlıktır. Onları sevmek ise Allah’ı sevmek demektir. Onların emirlerini reddetmek asla caiz değildir.” (Şia İnançları, s.54.)

Şia’nın bu görüşünün Hristiyan ruhanilerin Teokratik düşünceleri ile benzerlik arzettiği görülmektedir. Bu görüş Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ve Peygamberimiz ile Hulefa-i Raşidinin, Eshab-ı Güzzin’in ve Şianın da kabul ettiği Ehl-i Beytin imamlarının görüşlerine aykırıdır.

İslam’da kanun hakimiyeti esastır. Allah’a itaat Kur’an-ı Kerimin buyruklarına uymaktır, Resulüne itaat Peygamberin sünnetine uygun davranmaktır. Sonra Kur’an ve sünnete uygun yapılan yöneticilerin içtihat kararlarına ve yaptıkları yasalara uymak gelir. Hz. Ebubekir (ra) “Bu benim reyimdir. Doğru ise Allah’tan yanlış ise bendendir. Ben bir yanlış yaparsam, peygamberin sünnetine uymazsam sizin de bana uymanız gerekmez” demiştir.

Aynı şekilde müçtehitlerden İmam Malik de “Biz insanız hata ederiz. Görüşlerimiz Kur’an’a ve Sünnete uygun ise alın, yoksa reddedin” demiştir. Diğer müçtehitler de aynı şeyi ifade etmişlerdir.

 

 

 

Etiketler: Allah'a itaatAllah'ın hakimiyetiAsr-ı Saadetin yönetimiDevletDevlet nedirDevletin göreviDin Devlet İlişkileriEhl-i SünnetHakimiyethilafetİslamda YönetimMuhalefetResule itaatŞiaSulh ve SelametTeokrasiUlu'l-Emre itaat
M.Ali KAYA

M.Ali KAYA

Bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EN ÇOK PAYLAŞILANLAR

HÜRRİYET NEDİR?

SİYASAL İSLAM NEDİR?

Hz. HÜSEYİN’İN HÜRRİYET ve HUKUK MÜCADELESİ

ÜRETİMİN GÜCÜ

HÜRRİYET VE DEMOKRASİ İSTEMEYENLER

HÜRRİYET-İ ŞER’Î

YAZI ARŞİVİ

Copyright © 2021 - Her hakkı saklıdır

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
  • Anasayfa
  • Hakkımda
  • Kitaplarım
  • Sunumlarım
  • Hürriyet
  • Hukuk
  • İktisat

Hoşgeldiniz

Hesabınıza Giriş Yapın

Şifremi Unuttum Kayıt Ol

Yeni Hesap Oluştur

Kayıt olmak için aşağıdaki formları doldurun

Tüm Alanları Doldurun Giriş

Şifrenizi geri alın

Lütfen şifrenizi sıfırlamak için kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi girin.

Giriş