M. Ali KAYA
Giriş
Yüce Allah tüm kâinatın hâkimidir. “Hâkim” Allah’ın isimlerinden bir isimdir. “Varlığın yaratıcısı ve idarecisi” elbette ki Allah’tır. Tüm kâinatı yöneten mulak ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah’tır. Ayrıca “Hâkim” hak ve hakikat ve adalaetle hükmeden anlamına da gelmektedir. “Hâkim” Esma-i Hüsnâ”dan olduğu gibi, Kur’an-ı Kerimin bir adı da “Hâkim”dir.
Yüce Allah “Melik”tir. (Haşr, 59:23; Cuma, 62:1) Melik, padişah ve kainatın idarecisi anlamına gelmektedir. Yüce Allah bir padişahın tahtına oturup kanunları ile tüm ülkeyi yönettiği gibi kâinatın her tarafını kuşatan “İlim, irade ve kudreti” ile idare etmektedir. Bu husus Kur’an-ı Kerimde “Arşa istiva ederek” “Kürsi denen hâkimiyeti sema ve arzın her taraını kuşatması ve her şeyden daha geniş olması” (Bakara, 2:255) ile izah etmektedir. O Allah “Arş-ı Azim sahibidir.” (Tevbe, 9:129) Bu nedenle hükümranlık ve hâkimiyet sadece O’na aittir. (Âl-i İmran, 3:189)
Yüce Allah “Bilmez misiniz ki göklerin ve yerin mülkünün tamamı Allah’a aittir. Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı yoktur” (Bakara, 2:107) “Sema ve arzın tüm orduları ilim ve hikmet sahibi olan Allah’a aittir.” (Fetih, 48:4)
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Hüküm ve hâkimiyet Allah’ındır ve O’nun hükmüne karşı gelebilecek hiçbir güç yoktur.” (Ra’d, 13:41) Bununla beraber yüce Allah insanı hür yaratmış ve insanlar üzerinde idareci yaparak hüküm verme ve hakimiyet kurma konusunda serbest bırakmıştır. Nitekim yeryüzünde Hz. Davud (as) insanlara ve Süleyman (as) insanlara, cinlere ve hayvanlara hükmetme yetkisini vermiş onlar da adilane hükmetmişlerdir. Yüce Allah “Biz onlara hüküm verme yetkisi verdik, onlar hükmediyorlardı ve onları hükümlerinin de şahidi yine bizdik” (Enbiya, 21:78) buyurur.
Yeryüzünde insanlar arasında hüküm vermek durumunda olanlar da Allah’ın insanlık için inzal ettiği adil kanunlar ve hükümlerle hüküm vermelidirler. Allah’ın adalet için inzal ettiği adil kanunlarla hüküm vermezlerse adaleti sağlamadıkları gibi zulme, fıska ve küfre düşeceklerdir. (Maide, 5:44-47) Kişinin inanç hakkında verdiği yanlış hükümle küfrü, ibadet ve ahlaktaki yanlış hükümleri fısk ve sefaheti netice verirken, insanlar arasında verdiği hükümlerdeyi yanlışlıklar da zulmü netice vereceği açıktır. Dünyada hür bıraktığı ve kendilerine hüküm verme konusunda yetki verdiği insanlar şayet zulüm, haksızlık yapar, fıska ve küfre düşerlerse elbette onlar hakkında hükmü de Allah verecektir. (Bakara, 2:113; Nisa, 4:141; Nahl, 16:124; Hac, 22:69)
Hukuk açısından meseleyi ele alacak olursak fıkhî ve dini açıdan hükümler farz, haram, mekruh, mübah, sünnet, müstehap, batıl ve sahih gibi şer’î hükümler alırken şartlarını haiz olanları da mesuliyet altına alır. Bu konudaki hükümlerin sonuçlarına göre ceza ve mükafatı da yüce Allah ahirette vererek gerçek hüküm ve hâkimiyet sahibi olduğunu gösterecektir. Kur’ân-ı Kerimde insanın fiilleri ile ilgili olarak beş yüze yakın ayet vardır. Bunlara “Ahkâm ayetleri” denir. Bu konuda İslam bilginleri çalışmalar yapmışlar ve bunları en güzel şeklide ortaya koymuşlardır. (Şafi, Risale, 447-510; Şâtıbî, Muvafakat, 4:162-165; Gazali, El-Mustasfa, 350-353)
Yüce Allah subutî sıfatları olan ilim, irade, kudret, semi, basar ve kelam gibi sıfatlarından cüz’î olarak mahlûkatına verdiği gibi hüküm ve hâkimiyeti de insanlara cüz’î olarak vermiştir. Bu nedenle zalime de adil olana da yetki veren Allahtır. Bu husus Kur’ân-ı Kerimde “Hayru’l-hâkimîn” (A’raf, 7:87) yani “hükmedenlerin en hayırlısı” “Ahkemu’l-Hâkimîn” (Tin, 95:8) yani hükmedenlerin hâkimi” olarak nitelemiştir. İnsanlara hükmeden ve hüküm veren hâkimlerin en hayırlısı olduğunu ifade etmiştir.
1. Hüküm ve Hâkimiyetin Mahiyeti
Hüküm, yargı ve bir konuda karar vermek anlamına gelir. Hakkında ayet ve hadis bulunan itikat, ibadet, hukuk ve ahlaka ait bütün prensiplere “hüküm” denir. Çoğulu “Ahkâm”ıdır. Biri hakkında hüküm ve karar veren kişiye “Hâkim” denir. Hüküm verme yetkisine, “Emir ve İradeye” sahip olmak kuvvet ve güç anlamına da gelir. Bu da hükmedilen makama göre gücü ve tesiri çoğalır. Bir vilayeti idare edenin hükmetme gücü ile devleti ve ülkeleri idare edecek emir ve iradeye sahip olmak arasında büyük bir güç farkı vardır. Yüce Allah kâinatın tümüne hâkim olup emir ve iradesi ile her şeye hükmettiği için “Ahkamü’l-Hâkimîn” (Tin, 95:8) unvanına sahiptir. Bu nedenle Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir. Allah dışındaki varlıkların hâkimiyeti ve hükümleri cüz’î olup Allah’ın kendisine verdiği yetki kadardır. Sonra Allah verdiği yetkiye göre insanları sorumlu tutar ve buna göre ceza ve mükâfat verir. İnsana verdiği hürriyet ve yetkiye göre yaptıklarını şahit tutarak onu sorumlu tutar.
2. İnsan Adaletle Hükmetmekle Yükümlüdür
Kâinatta hüküm ve hâkimiyet ancak Allah’a aittir. Nitekim yüce Allah “Hüküm ancak Allah’ındır. Ondan başkasına ibadet etmemenizi emretti” (Yusuf, 12:40) ayetinde “O Allah hükmünde hiç kimseyi kendisine ortak yapmaz” (Kehf, 18:26) ayetinde yüce Allah kainattaki hükmüne ve hakimiyetine kimseyi iştirak ettirmeyeceğini ve hakimiyetin kendisine ait olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu ayetler siyasi hâkimiyeti kast etmemektedir. Dünyada gerek adaletle hüküm verme gerekse siyasi hâkimiyet kurma konusunda insanlara yetki vermiş ve insanların ihtilaf ettiği konularda haklı ve adil hüküm vermeleri için kitabı indirmiştir. (Bakara, 2:213) İman edenlere de “Allah’a, peygambere ve emir sahiplerine itaat etmelerini emretmiştir. (Nisa, 4:59) Peygamberin hükmüne kalbinde hiçbir sıkıntı duymadan kabullenmeyenin iman etmiş olmadığını açıkça ifade eder. (Nisa, 4:65) “Hak ve adalet ancak Adil-i mutlak olan Allah’ın inzal ettiği ilâhi hükümlerle sağlanabilir”, çünkü “Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (En’am, 6:57)
3. “Hâkimiyet Allah’ındır” Ayeti Neyi İfade Ediyor?
Kâinatta mutlak hâkimiyet Allah’a aittir. Zira şirk yoktur ve muhaldir. Bu nedenle her şeye hükmeden Allah’tır. Yeryüzünde ve dünyada şerlerin ve şerirlerin, şeytan ve nefsin ve onlara tabi olan Firavun ve Nemrut gibilerin insanlar üzerindeki hâkimiyeti de yine Allah’ın onlara verdiği cüz’î hâkimiyet ve hükmetme yetkisinden kaynaklanmaktadır. Bu da insanları imtihan etmek ve ahirette hak ettiği mükâfat ve cezaya kesb-i istihkak etmeleri içindir. Zira hayrın da şerrin de hâlikı ve yaratıcısı Allah’tır. Allah’ın hayra rızası vardır, şerre rızası yoktur. Kesbetmek hür olan insana aittir, halk etmek ve sonuçları yaratmak hayırda da şerde de Allah’a aittir. “Hâkimiyet Allah’ındır” ifadesinden kast edilen “mutlak hüküm ve hâkimiyettir” yoksa “cüz’î, siyasi ve politik hâkimiyet Allah’ındır” anlamında yorumlanamaz. Aksi takdirde Allah’ın hür yarattığı hüküm verme ve hâkim olup idare etme yetkisi verdiği insanın irade ve hürriyetini kısıtlayarak insanın yaptığı haksızlık ve zulümleri Allah’a verip insanı sorumluluktan kurtarmış oluruz.
3.1 Allah’ın Hâkimiyeti: Allah’ın hükmü iki çeşittir. Biri emri diğeri nehyidir. Biri hayrı emretmesi diğeri şerri yasaklamasıdır. Allah’ın hükmü adil olandır. Buna zıt olan hükümlerin tamamı zulümdür ve haksızlıktır. En büyük zulüm ve haksızlık şirk koşmaktır. Allah şirki affetmez. Bunun dışında Allah’ın emirlerine uymamak ve yasaklarından kaçmamak zulüm ve haksızlıktır. Allah’ın emir ve yasakları yeryüzüne hâkim olursa adalet olur. Allah’ın razı olmadığı yasakladığı şeyler insanların iradeleri ile yeryüzüne hakim olursa o zaman da haksızlık ve zulüm yeryüzüne hâkim olmuş olur. Her iki durum da Allah’ın iradesi ve kudreti ile hâkimiyetini sürdürür. Ancak Allah’ın emrine uymak ve yasaklarından kaçmak rızasına vesile ve sebeptir. Allah kullarına buna göre ceza ve mükâfat verir.
Bu konuda kimsenin şüphesi ve kuşkusu olamaz. Allah her şeye kadir ve her yere hâkimdir. Şeytanı da yaratan ve ona insanlar üzerinde hâkim olma ve kalplerine vesvese vererek hükmetme yetkisini veren, insanda nefsi yaratıp şeytanın vesveselerine uymasını sağlayan Allah’tır. Ayrıca insanı hür olarak yaratan kalbine hayrı ve şerri ilham ederek şeytanın ve nefsanî duyguların şerre meyletmesine fırsat ve imkân sunan Allah’tır. Hayrı ve şerri yaratan Allah olduğu için insan iradesinin tercihine göre istediğini yaratan ve sonunda sorumlu tutan da Allah’tır.
Bütün bunlardan dolayı hüküm ve hâkimiyet Allah’tandır. Firavuna, Nemruda ve Deccala hâkimiyet veren ve peygamberlerini onlara sonuçta galip getirdiği gibi, inananların gayretsizliği, kâfir ve münafıkların hile, desise ve her nevi şer işleri yaptıkları için mü’minlere galip getiren de Allah’tır. Bütün bunlarda bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz nice hikmetler vardır. Cennet adamlar istediği gibi, cehennem de adamlar isteyecektir. Bu nedenle kâfirlerin dünyayı istila etmeleri, mü’minleri mağlup etmeleri ve Allah’ın şeriatını ve ahkâmını kaldırarak küfür ahkâmını koyup onunla amel etmeleri Allah’ın hüküm ve hâkimiyetine ne noksanlık getirir ve ne de hâkimiyet noktasında bir eksikliktir. Bunu böyle düşünmek iman za’fından ve bilgisizlikten, Allah’ın hayrı da şerri de yarattığını bilmemektir.
Allah’ın sadece hayrı yarattığını ve şerri yaratmadığını, Allah’ın hükmü yerine küfür ahkâmının hâkim olmasının Allah’ın hâkimiyetine son vermek olduğu iddiası Mecusilikten kaynaklanır. Zira onlar iki ilah inancında olup Allah’ı hayır ilahı şeytanı da şer ilahı olarak kabul ederler. Bu düşünce Allah’a inanmamaktır. Böyle bir inanca sahip olan kişi Müslüman sayılmaz.
Bizim inancımız odur ki “Hayır da şerri de yaratan Allah’tır.” Allah bazen hayır hâkim kılar, bazen de kulların hak etmesi ve şerri istemesi üzerine şerri hâkim kılar, ahrette buna göre insanların amellerini değerlendirerek cennete ve cehenneme layık olanları ayırır. İyileri hayra çalışanları lütfu ile cennete, kötüleri, şerre yardımcı olanları da hak ettikleri için adaleti gereği cehenneme gönderir.
3.2 Peygamberin Hükmü ve Hâkimiyeti: Şüphesiz peygamber Allah’ın kitabına uymak ve uygulamakla mükelleftir. Peygamberin (sav) vahyi tebliğ etme, beyan etme ve açıklama ve uygulayarak hayata geçirme gibi görevleri vardır ki bunların tümüne “Tebliğ Vazifesi” adı verilmiştir.
Allah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan şüphesiz peygamberimizdir. (asv) Bu nedenle peygamberimiz (sav) Allah’ın bütün emirlerini emredildiği andan itibaren hayata geçirmiştir. Zaten Allah şartlar tamam olunca vahyini inzal buyurarak olaylar hakkındaki hükmünü vermiş peygamberimiz (sav) de anında uygulayarak adil ve doğru olanı ümmetine göstermiş, uygulama şekillerini de ya ilhamla veya içtihadıyla yapmıştır. Her nasıl olursa olsun “Peygamber kendi hevasından konuşmaz. Onun bütün sözleri vahye dayanır.” (Necm, 53:3-4)
Allah’ın kitabında olmayan konulardaki peygamberin hükmü de vahye ve ilhama dayandığı için asla yanlış olmaz. Peygambere itaat, verdiği hükümlere ve kararlara itaat etmek ve itiraz etmeden, kalben itiraz etmeden kabul etmek anlamına gelir. Zira peygamberin hükmü adil ve hakkaniyet üzeredir. O hüküm dışında nasıl hüküm verilirse verilsin o hükme aykırı olan tüm hükümler yanlıştır, adil ve hakkaniyetli değildir. Peygamber (sav) “Ben de yanılabilirim” buyurması beşeriyeti gereği kendisini yanıltmak isteyenlerin ve şahitlerin yanlış beyanlarına göre hüküm verdiği zaman yanılacağı anlamındadır. Yoksa nice olaylar vardır ki müşrikler ve inkârcılar peygamberimizi yanıltmak amacı ile pek çok tuzaklar kurmuş, yalan ve yanlış beyanlarda bulunmuş oldukları halde Allah’ın yardımı, vahyi ve ilhamı ile onların tuzaklarını başlarına geçirerek işin doğrusunu ortaya çıkarmış ve onları mahcup etmiştir. Bunun yüzlerce misali vardır. Bu durumda inanan herkese peygamberin hükmüne uymak ve onu hak ve doğru kabul etmekten başka çıkar yol bırakmamaktadır.
Peygamberin (sav) dünya işlerine, idari tasarruflarına ve savaş taktiklerine ait olan hususlarda verdiği kararların çoğu zaten istişareye dayanmaktadır. Peygamberimiz (sav) Allah’ın emri gereği “dünya işlerinde sahabelerle istişare etmiştir.” (Şura, 42:38) Dolayısıyla karar verirken insanlara ve onların akıllarına müracaat etmiştir. Ortak akla göre hareket ederek kendisinden sonra ümmetin takip edeceği yolu ve metodu bizzat uygulayarak göstermiştir. Dolayısıyla verilen hükümler ortaktır. Bu konuda bir yanılma söz konusu değildir ve ortaya çıkan kararlar yanlış oldu şeklinde yorumlanamaz. “Alınan kararlar kesin başarıyı getirir, şayet başarısızlık olursa, bu kararın yanlış olduğu anlamına gelir” denemez. Zira başarısızlık kararın yanlış alınmasından dolayı değil, alınan kararı uygulamada yapılan yanlışlardan dolayıdır.
Nitekim Uhut Savaşı için alınan savaş kararı sonucunda mağlubiyet yaşanınca karara karşı çıkan münafıklar ve bir kısım mü’minler “Alınan bu karar yanlıştı. Keşke farklı bir karar almış olsaydık bu mağlubiyet olmayacaktı” demeye başladılar. Yüce Allah hemen peygamberimizi ikaz etti ve sahabeleri uyararak şöyle buyurdu: “Ey peygamber sen böyle diyenlere sert davranma, onlara müsamahalı davran ve onları affet. Onlar için Allah’tan af dile. Yine onlarla istişarede bulun ve aldığınız kararları Allah’a güvenerek hiç çekinmeden uygula!” (Âl-i İmran, 3:159) Bu ayette yüce Allah Uhut mağlubiyetinin sebebini alınan kararda değil, kararın uygulamasında gösterilen gevşeklik, tedbirsizlik ve emre itaatsizlik gibi hususlarda aranmasını istemiştir. Doğru olan da budur.
Bütün bu delillerden sonra diyebiliriz ki peygamberin hükmü Allah’ın hükmüne yani rızasına uygun olan hükümlerdir. Zira Allah’ın rızası adalet, hakkaniyet, doğruluk ve insanlık için gerekli olan ve fıtrata uygun ve faydalı olandır. Bu da istişare ile alınan kararlar dahil peygamberin verdiği hükümlerle bize tavsiye ettiği bütün hususları içerir. Yüce Allah heva ve hevese dayanan, adil olmayan, haksızlığa sebep olan ve insanlık için zararlı olan hiçbir hükmü kabul etmez ve bundan razı olmaz.
Verilen bütün haklı ve adil kararlar, ahlâki olan hususlar, insanlığın gelişmesi ve faydasına dönük olan hususların tamamı peygamberin onayladığı ve kabul edip razı olduğu hükümlerdir. Bu nedenle bu verilen hükümlerin tamamı peygamberin hüküm ve hâkimiyeti olarak kabul edilmelidir.
4. Siyasi Hâkimiyet ve Kaynağı
Toplumu idare edecek olan idarecilerin halkı hüküm ve hâkimiyetleri altına almak için kurallar koyup yasalar çıkarması gerekir. Çıkarttığı yasaları uygulamak için de gerekli tedbirleri alır ve uymayanlara gerekli cezaları verecek mekanizmaları da kurar. Çünkü toplum ancak bu şekilde zapt-u rapt altına alınır ve kötülükler böyle önlenir ve toplum ancak bu şekilde iyiye ve hayra yönlendirilir. Bunu sağlayan güce halife veya emir veya sultan adı verilir. Bu nedenle idareci devletten önce vardır ve devlet idarecinin başında bulunduğu halkın yasalar ve kurumlar aracığı ile idare edildiği teknik mekanizmanın adıdır.
Siyasi hâkimiyete kanunî ve kazaî yürürlülük kazandırmak ve toplumu idare etmek, iyiye yönlendirmek ve sıkıntılarını gidererek adaleti sağlamak üzere toplum tarafından seçilerek meşru şekilde idareye getirilen idareciye “Halife” denir. Yüce Allah insanı halife olarak yaratmış ve mahlûkat üzerinde tasarruf yetkisi vermiştir. İnsan mahlûkat üzerinde tasarrufa yetkili olduğu gibi halk üzerinde de hükmünü icra ve adaleti temin için yine halk tarafından biat veya oy ile yetki verilerek idari göreve getirilerek meşru halife olur. (Bakara, 2:30; Fatır, 35:39) Böyle bir idarecinin meşru emir ve kanunlarına itaat etmek de Allah’ın emridir. (Nisa, 4:59)
Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret edince Medine’de bulunan Müslüman, müşrik ve Yahudi toplumunun seçimi ve yetki vermesi ile Medine’nin idaresinde yetki sahibi olmuş ve 47 maddelik bir de “Sözleşme” yazarak taraflara kabul ettirmiş ve hayatı boyunca da bu sözleşmeye uyarak Medine Toplumunu idare etmiştir. Vefatından sonra da sahabeler “Seçimle” kendisine yetki verdiği “Halifeler” tarafından idare edilmişlerdir. Siyasi otorite böylece hâkimiyetini halktan ve kendisine yetki veren toplumdan alır ve çoğunluğun kendisini seçmesi ile meşruiyet kazanır. Zorla idareyi ele geçirmek halkın seçme yetkisini gasb etmek olup doğrudan doğruya zulüm ve haksızlıktır ve böyle bir idareci de meşruiyetini kaybeder. Böylece İslam’da siyasal hâkimiyetin kaynağı halkın iradesi olmuş olur.
5. Demokrasi ve Hâkimiyet
Demokrasi, iktidarın halkın iradesi ile belirlendiği, muhalefetin de halkın temsilcileri olarak Millet Meclisinde temsil edilerek iktidarı denetlediği ve halk için gerekli olan yasaları yapmada iktidara destek olduğu veya iktidarı frenleyerek keyfi yönetime müsaade etmediği ve Anayasa’da belirlenen süre içinde seçimlerin yenilenerek halk iradesine müracaat edildiği bir yönetim şeklidir. Bu nedenle en kötü demokratik yönetim şekli en iyi gibi görünen keyfî yönetimden iyidir. Zira keyfi yönetimle adaleti sağlama imkânı yoktur.
Halk iradesinin tecellisini “heva ve hevese uymak” şeklinde anlamak ve yorumlamak büyük bir haksızlık ve yanılgıdır. Zira peygamberimiz (asv) “Ümmetim yanlışta ittifak etmez” (İbn-i Mâce, 2:1303 H. No: 3950) buyurarak ümmeti olan insanlığın yanlış kararlarda birleşmeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Zira insan fıtratı haksızlığa müsaade etmez. Bu nedenle yüce Allah “Ey iman edenler! Allah’a, resulüne ve sizden olan ulu’l-emre itaat ediniz” (Nisa, 4:59) buyurur. “Sizden olan” kelimesi sahabelerin yaptığı gibi “Sizin seçtiğiniz” anlamını ifade etmektedir. Bunun için İmam-ı Azam (ra) “Hilafet seçimle sabit olur” demiştir.
İnsanların siyasi hâkimiyetleri ya krallık veya oligarşi veyahut demokrasi şeklinde tezahür eder. İktidar da ya adil veya zalim olur. İdarecinin görevi ister mutlakıyet olsun isterse demokrasi olsun adaleti sağlamak ve insanların haklarını korumak ve topluma hizmet etmektir. İnsanların haklarını koruyarak adaletle hükmetmenin en güzel şekli seçimle idarecinin belirlenmesi, idarecinin halkla istişare etmesi, hak ve hürriyetleri korumasına bağlıdır. Bu temel prensiplere uygun en güzel idare şekli ise demokrasidir.
Kulun Allah’ın kelamı ile emredip nehyettiği hususlardaki emir ve yasaklarını aykırı davranması Allah’ın hükmüne aykırıdır; ancak hâkimiyetine aykırı değildir. Çünkü hikmeti gereği insana hürriyet ve yetki vererek emrine muhalefet edip etmemede hür bırakan Allah’tır. Bu Allah’ın hâkimiyetine muhalif değil, yine hükmüne uygun ve hâkimiyeti dairesinde bir davranış biçimidir. Allah’ın bunlarda bilmediğimiz nice hikmetleri vardır. Cennet adamlar istediği gibi, cehennem de adamlar ister. Her ikisini yaratan ve insanların buralara girmesini isteyen Allah’tır. Ancak cennete girmek liyakat gerektirdiği için ona layık olmayanı elbette almayacaktır. Bunun için liyakatin tespiti gerekir, bu da sınavlarla olur. Sınav ise emredilenin yapılması, yasaklanandan kaçınması ile kazanılır. Bu nedenle Allah’ın emrine uymayan ve nehyine itibar etmeyen Allah’ın rızasını kazanamaz ve razı olduklarını alacağı cennete giremez. Yine Allah’ın kendisi için hazırladığı cehenneme girmeyi hak eder. Cennete ve cehenneme girmek kul açısından ceza ve mükâfat olur; ancak Allah’ın hikmetine ve hâkimiyetine uygun olmuş olur. Her ikisinde de hüküm ve hâkimiyet sahibi Allah’tır ve Allah’ın iradesi ve hükümleri doğrultusunda hareket edilmiş olur. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Şüphesiz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzere istiva ederek her şeye hükmeden, geceyi ve gündüzü belli bir kanuna göre hareket ettiren, ayı ve yıldızları emrinde hareket ettiren Allah’tır. Yaratmak da hükmetmek de Allah’a aittir. Âlemlerin yaratıcısı ve rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf, 7:54) buyurarak bu hususu aydınlatmıştır.
Her konuda hüküm ve hâkimiyet Allah’a aittir. “Allah’dan başka ilah yoktur, öncede sonra da hamd, medih ve övgü O’na aittir. Siz de ancak O’nun huzurunda döndürüleceksiniz” (Kasas, 28:70) ayeti de insan ne yaparsa yapsın sonunda Allah’ın huzuruna çağrılarak hesaba çekileceğini, iyilik ve güzelliklerin tümünün Allah’tan şer ve kötülüklerin tümünün de insanın kendisinden kaynaklandığını ifade etmektedir.
Yüce Allah insanlar arasında hüküm verirken adaletle hüküm verilmesini emretmekte ve bundan razı olduğunu bildirmektedir. Allah’ın rızasını ve memnuniyetini isteyenler elbette Allah’ın iradesine ve rızasına uygun hareket etmelidir. Allah rızasını değil de kendi nefislerinin istedikleri gibi hareket edenler adalet yerine zulme saparak günahlara girecek, Allah da tüm mahlûkatın Rabbi olarak mahlûkatın hakkını o zalimden alacaktır.
İnsan adil davranmak istiyorsa Allah’ın hükmüne göre hareket etmek zorundadır. Çünkü adalet Allah’ın hükmüne göredir. Allah’ın her hükmü adildir ve her emri adaletin ta kendisidir. Bunun için yüce Allah “Aralarında Allah’ın indirdiğine göre hükmet ve onların görüşlerine uyma!” (Maide, 5:49) emretmiştir. “Yoksa onlar cahiliye’nin hükmünü mü istiyorlar?” (Maide, 5:50) buyurarak zulmün cahiliye hükmü olduğunu belirtir. Her şeyi bilen Allah’tan daha iyi kanun koyucu elbette olamaz.
Allah adaletin gereği olan ve adil olan hükümlerin Allah’ın hükümleri olduğu ve bunlar vahiyle peygamberine öğrettiğine inanmak bir iman meselesidir. Allah’ın hükümlerinin ve kanunlarının adil olmadığını ancak imansız olanlar söyler ve buna inanırlar. Bu nedenle yüce Allah “Rabbine andolsun ki onlar aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tâbi olmadıkça gerçekten inanmış olmazlar” (Nisa, 4:65) buyurarak peygamberin hükmüne razı olmamanın imansızlıktan kaynaklandığını açıkça belirtir.
Sonuç
İmanın, hakkın, hukukun, adalet ve istişarenin hâkim olduğu ve doğruluğu netice veren, ahlâkî olan, insanlığı saadete sevk eden hükümlerin tamamı Allah’ın ve Peygamberin (sav) hüküm ve hâkimiyetini sağlama çabası olarak kabul edilmelidir. Tersi zaten zulüm ve haksızlıktır. İnsanlık inansın inanmasın hukukun üstünlüğünü sağlıyorsa, hak ve hürriyetleri kısıtlayarak zulme ve haksızlığa sebep olmuyorsa peygamberlerin hükmü ile hükmediyor demektir. İnanarak bunu yapanlar ahrette de mükâfat olarak cenneti hak ederlerken, inanmadan hukuka ve ahlaka, ilme ve tekniğe, yani insanlığın hayrına çalışanlar dünyada peygamberin izinden gittikleri için dünya saadetini hak etmiş olurlar.
Bu nedenle bir ülkede seçime ve halk iradesinin istişarî manada milletin meclisine yansıdığı, muhalefetin de itibar görüp meşru bir adalet unsuru olduğu, insan hak ve hürriyetlerinin korunmasına çalışıldığı, adalet ve hakkaniyeti hedefleyen bir Demokratik idare Allah’ın ve peygamberin hüküm ve hâkimiyetini sağlayacak bir idari mekanizma olduğu gerçeğini kabul etmek gerekir.