M. Ali KAYA
Bediüzzaman Münazarat’ta “Şimdiki meşrutiyet, istibdad nerede? Onların harekâtı nerede. Hilafet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?” diyenlere prensipler açısından bakar ve şöyle cevap verir:
“Meşrutiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tabi edebilir; hak kuvvetin mağlubu. Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor.” (Münazarat, 39.)
Bediüzzaman yönetim konusuna “hürriyet ve istibdat” açısından bakmaktadır. Bediüzzaman’a göre iki çeşit yönetim şekli vardır. Birincisi, hürriyetçi ve kanun hakimiyetini esas alan yönetim şekli, ikincisi, keyfî ve kanunu kendi keyfine göre çıkaran istibdat yönetimi… Hürriyet ve istibdad denen bu iki ruh her zaman, o zamanın modasına göre bir şekle girmektedir. Bu zamanda ise hürriyetçi yönetim “Meşrutiyet ve gelişmiş şekli olan demokrasi” elbisesini giymiştir.
Yönetim şeklinin istibdat şeklinde olduğu, tek kişinin keyfi yönetiminde de her zaman baskıcı tutum takınmayabilir. Demokratik yönetimde de her zaman ve her yerde hürriyet ve demokrasinin hakimiyeti olmayabilir. Yüce Allah “Rahmetim gadabımı geçmiştir” (Rudani, 4:318; Fethu’l-Bari, 6:3194.) kaidesi gereği kâinatta gâlib-i mutlak hayır olmuştur. Bu sebeple yönetim baskıcı da olsa, padişahlık da olsa pek çok yerlerde ve zamanlarda sosyal hayatın pek çok şubelerinde hayır ve şer, istibdat ve hürriyet daima mücadele halinde olmuş; hürriyet, meşveret ve demokratik yönetim şekli çoğunlukla hâkim olmuştur. Mücadele devamlıdır; savaş ise geçicidir.
Bu hususu da Bediüzzaman şöyle ifade eder:
“Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pek çok envâ ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.” (Münazarat, 39.)
Asr-ı Saadette Peygamberimiz (asm) yüce Allah’ın “Onlar, Rablerinin dâvetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri kendi aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” (Şûra, 42:38.) emrinin gereği olarak dünyaya ait işlerde sahabeleri ile meşveret eder, bu meşverette alınan karaları icra ederdi.
Çünkü meşverette alınan kararlar her zaman doğruya yakın olur. Bir grubun bilgi ve anlayışı her zaman bir kişinin bilgi ve anlayışından daha isabetlidir. Bunun için Peygamberimiz (asm) “Ümmetim dalalette ve yanlışta ittifak etmez” (İbn Mâce, Fiten, 8; Heysemi, Mecmau’z- Zevaid, 5:218.) buyurmuşlar ve daima ortak akılla hareket etmeyi tavsiye etmişlerdir.
Hulefa-i Raşidin de sahabelerin seçimi ile yönetime gelmişler ve hemen bir “Şura” teşkil etmişler ve tüm icraatlarını bu şuranın kararları çerçevesinde yürütmüşlerdir. Tabi ki onlar bunu iptidaî bir tarzda yapmış olmakla beraber en sağlam bir biçimde yürütmüşlerdir. İşi ehil olana sormuşlar, işlere ehil olanları yine meşveretle getirmişlerdir. Yönetimde insanların insan olarak hak ve hürriyetlerini korumayı ve adaleti sağlamayı amaç edinmişlerdir. Bu yönetim tam bir cumhuriyet ve hürriyetçi demokrasi modelidir.
Sahabeler hürriyeti esas almışlar ve hiçbir zaman baskı ve şiddet metoduna başvurmamışlardır. Özünde hürriyet, meşveret ve şahıs hakimiyeti yerine kanun (şeriat) hakimiyeti olan bir yönetim şekli elbette hürriyetçi bir yönetimdir ve ancak bu yönetimde adalet sağlanabilir. İşte, Bediüzzaman meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasiyi isimlerine göre değil, uygulamalarına göre değerlendirerek Asr-ı Saadet ile özdeşleştirmektedir. Demokrasinin bu haliyle şeriata, yani İslami yönetime uygun olduğunu ifade etmektedir.