M. Ali KAYA
Giriş
Din, akla kapı açar, iradeyi zorlamaz. Bu husus “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2:256.) ayeti ile tespit edilmiştir. Yüce Allah insanlara elçiler göndermiştir; ama insanları inanmaya zorlamamıştır. Elçilerin görevi de ancak “Tebliğ”dir. (Maide, 5:99.) Tebliğ ise dini ulvî ve mahbub göstermek, insanları zorlamamak, akla kapı açmak, dinin emirlerini uygulayarak örnek olmak ve insanların sordukları sorulara cevaplar vererek vahyin amacını ve maksadını beyan etmek gibi faaliyetlerin tamamına denir.
Dinin muhatabı akıldır. Aklı olmayanın dini de sorumluluğu da yoktur. Bu sebeple selim akıllar dini güzel görmesi ile ikna olur, ve salim kalpler kalbin sevmesi ile tatmin olarak iman eder ve teslim olarak müslüman olurlar. Bu sebeple din serbest ve hür irade ile kabul edilir.
“Din ve Vicdan Hürriyeti” dinin sahibi ve mübelliği olan Hz. Muhammed (asm) tarafından Yahudi ve Hristiyanlara verilen “Emanlar” ve “Sözleşmeler” ile hukuki bir hüviyet kazanmıştır. Yani, din ve vicdan hürriyeti İslam’ın insanlığa sunduğu hürriyetten kaynaklanmıştır.
Yüce Allah akıl ve kalb ittifakı ile olan imanı kabul eder. Dinin amacı insanları dine zorlamak değil, aksine zorlamadan korumak içindir. Zorla iman makbul olmadığı gibi, zorlama ile yapılan ibadet de makbul değildir; kişiye ne sevap ve ne de Allah rızasını kazandırmaz. Amelin ibadet niteliği kazanması ancak iman, niyet ve ihlasa bağlıdır. Bu da sadece Allah rızasını düşünmeyle gerçekleşir. İman insanın korkudan uzak gönül huzuruna ulaşma halidir. Yüce Allah insan onur ve şerefine bu derece değer vermiştir.
Yüce Allah yaratılıştan fıtraten insana temel haklar vermiştir. Bu hakların başında hayat ve hürriyet hakkı gelir. Hürriyet hakkı mülkiyet hakkını, aile kurma, düşüncesini açıklama, ilim öğrenme, sanat ve meslek sahibi olma, seyahat ve yerleşme, tenkit hakkını kullanma, inanma ve inancını yayma, ibadet etme ve çalışma haklarını beraberinde getirir. Bütün bu hak ve hürriyetler kimsenin kimseye lütfu ve ihsanı değil, korunması ve yaşanması gereken Allah’ın her insana lütfu olan temel haklardır.
Zorlama insan iradesini baskı altına alır. İnsandaki rıza ve iyi niyeti yok eder. Rıza ve iyi niyet olmayınca kişi yapmış olduğu şeye sahiplenmez ve yaptığı ibadetten de sevap kazanmaz. Zorlama ile kılınan namaz, oruç ve hac makbul değildir. Zira zorlanan kişi onun şartlarına ve farzlarına tam riayet etmez. Şartlarına ve farzlarına uymadan yapılan ibadet de fasittir ve ibadeti ibadet olmaktan çıkarır.
Dinde savaş, insanları dine girmeye zorlamak için değildir; bilakis mütecavizlere karşı tecavüzlerini önlemek, zorlamayı ortadan kaldırmak, hak ve hürriyetlerin kullanımını engelleyenlere, söz ve nasihat dinlemeyenlere en son olarak uygulanan yaptırımdır. Bunu yapanların inançsız olması da gerekmez. Müslümanlar da mütecaviz olur, saldırır, can, mal ve namusa tecavüz ederse onların tecavüzünü önlemek için savaş meşru olur. Devletin, yöneticinin görevi de budur.
Kur’ân-ı Kerim ferdî hak ve hürriyetlerin üzerinde durmuştur. Zira insanlığın en büyük problemlerinin başında insan hakları, hürriyetler ve adalet problemi vardır. İnsanı insan kılan hususlar da bunlardır. Din demek iman, hukuk ve ahlak demektir. Dinin hukuki amacı ise “can, mal, namus, akıl ve dinin korunmasıdır.” Zira insanı insan kılan temel unsurlar bunlardır. Bu hususlar evrensel hukukun da temel meseleleridir; devletlerin de varlık sebebi en önemli görevidir.
Kur’an-ı Kerimde İnanç ve Düşünce Hürriyeti
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2:256.) buyurarak inanç ve fikir hürriyetini en geniş bir şekilde insanlığa hediye etmiştir. Kişi inanıp inanmamakta tamamen hürdür. Bu konuda bir kısıtlama getirmemiştir. İnanmayı kişinin aklına ve vicdanına bırakmıştır. Ancak ilim öğrenmeyi teşvik etmiş ve imanın ön şartı olan ilmi, okumayı emretmiştir. İlmin öğrenilmesi sonucu aklın iknası, vicdanın kabulü ve kalbin tasdiki ile kazanılan imanı makbul saymıştır. Baskı ve korku altında ne ilim, ne de ahlak gelişmediği için insanları hür bırakmıştır.
Peygamberin görevi insanlara öğüt vermektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerimde “Resulüm sen onlara öğüt ver. Sen öğüt vericisin, onların üzerinde zorlayıcı bir zorba değilsin. Senin öğütlerini kabul etmeyerek yüz çevirenleri Allah büyük bir ceza ile azap verecektir. Şüphesin onlar Allah’a hesap vermek için Onun huzuruna döneceklerdir. Onları hesaba çekmek bize aittir” (Gâşiye, 88:21-26.) buyurur.
Kur’ân-ı Kerim peygamberin görevinin zorlama değil tebliğ olduğunu ifade etmiş, insanların inanmamaları konusunda peygamberin bir sorumluluğunun olmadığını haber vermiştir. Nitekim “Ey Peygamber de ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden hakikat bilgisi gelmiştir. Bundan sonra kim doğru yolu seçerse kendi lehine ve faydasınadır; kim de sapıklığı tercih ederse o da kendi aleyhine ve zararınadır. Sizin amellerinizden ben sorumlu değilim.” (Yunus, 10:108.)
Peygamberimiz (asm) Mekke’yi fethettikten sonra Kureyşi Kâbe’ye toplamış ve onları iman etmek şartı ile serbest bırakmamış, hiçbir şart koşmadan hepsini serbest ve hür bırakmıştır. Hatta Cumah kabilesi reisi Saffan b. Umeyye Mekke’den Cidde’ya kaçmış Umeyr b. Vehb onu ikna ederek Peygamberimizin (asm) huzuruna getirmiştir. Safvan “Ya Muhammed! Umeyr senin bana eman verdiğini söylüyor” dedi. Peygamberimiz (asm) “Doğru söylemiştir” buyurdu. Bunun üzerine Safvan “Bana iki ay süre ver. Ben düşüneyim sonra müslüman olmaya karar vereyim” dedi. Peygamberimiz (asm) “Sen muhayyersin sana dört ay müddet veriyorum” buyurdular. (Muhammed b. Hibban, Siretü’n-Nebeviyye, Ankara-2017, s. 253.)
İmana zorlamak insanları “Münafık” yaptığı gibi, ibadete zorlamak da insanları “Riyakar” yapar. Nifak da riya da İslamda büyük günahlardandır. Hatta “Münafık kafirden daha şiddetli azaba çarptırılır.” (Nisa, 4:145.) Kafirler için yüce Allah “Sizin dininiz size benim ki bana” (Kâfirun, 109:1-6.) buyurmuş ve “Gerçek şu ki biz ona doğru yolu gösterdik, şükretmesi veya nankörlük yapıp inkar etmesi artık ona kalmıştır” (İnsan, 76:3.) buyurmuştur.
Zorla yapılan ibadetin faydası ve sevabı yoktur. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Allah ümmetimin zorla yaptırıldığı şeyler ile, unutarak ve hata ile yaptığı şeylerden dolayı ceza vermez” (İbn-i Mâce, Talak, 16.) buyurur. Cezâ, Arapçada hem mükafat hem de mücazâtı ifade eden bir kelimedir. Hayrın cezası mükafat, şerrin cezası ise azaptır.
Peygamberimiz (asm) Hayber ve diğer fethettiği yerlerde bulunan Yahudi ve Hristiyanları cizye vermek şartı ile hür ve serbest bırakmış, onların inançlarına, ibadetlerine, kilise ve havralarına dokunmamış, bilakis korunmasını emr ve ferman etmiştir. (İbn-i Şihabü’z-Zuhrî, Megâzî, Ankara-2016, s.74.) Yüce Allah’ın bu konuda “Resulüm de ki: Hak din Rabbinizden size gelmiştir. Ona dileyen iman etsin, dileyen de onu reddetsin” (Kehf, 18:29.) fermanını esas almıştır.
Peygamberimizin (asm) Din ve Vicdan Hürriyeti Vurgusu
Kur’ân-ı Kerim farklı inançlarda olanların inançlarına dokunmamayı ve onların ibadet yerlerine, kilise ve havralarını koruma altına almayı emreder. Müslümanları uyarır ve şöyle buyurur: “Rabbimiz Allah’tır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılanları Allah savunmasız bıraksaydı içlerinde Allah’ın çokça zikredildiği manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılırdı. Allah Onun davasına sahip çıkanlara muhakkak yardım edecektir. Zira Allah her şeyi hükmü altında tutan güç ve kudret sahibidir” (Hac, 22:40.)
Dinimiz başkalarının kutsal saydığı şeylere hakareti yasaklamıştır. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde “Allah’tan başkasına tapanlara hakaret etmeyin; sonra onlar da bilgisizlik yüzünden sınırı aşarak Allah’a hakaret ederler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini güzel gösterdik. Sonunda dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am, 6:108.) buyurarak kutsal olan şeylere saygılı olmayı emreder.
Peygamberimizin (asm) ve vahyin temel görevi tebliğdir; zorlama değildir. Vahiy akla kapı açar, insanın iradesini elinden almaz ve onu inanmaya zorlamaz. Kur’an-ı Kerim “Söylediklerime aldırmaz, güç ve iktidarınızı kullanarak halkı istediğiniz istikamette yönlendirirseniz Allah’ın azâbından kurtulamazsınız. Ben size özgürce tebliğe memur olduğum dini tebliğ ettim. Rabbim dilerse sizin yerinize başka bir kavmi getirir. Ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi denetlemekte, kaydetmekte, koruyup kollamaktadır” (Hud, 11:57.) buyurur.
Din insanın hür iradesinin tercihini esas alır. Dinin alanı baskı, istibdad ve zorlama değildir. Kişinin hür iradesi ile tercihi, aklın ilimle iknası ve kalbin sevgi ile kabulü sonucu İman meydana gelir. İman kişinin hür iradesini inanma yönünde tercih etmesinden sonra Allah’ın kalbine koyduğu nurdur, hakikat ve Allah sevgisidir.
Allah katında insanın özel bir değeri ve yeri vardır. Allah kaniatı insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır. Ancak insanın dünyada ruhen tekamülünü onun hür iradesine, aklına ve çalışmasına bağlamıştır. Hürriyet içinde ilim, akıl, irade ve ruhî tekamül mümkün olur. Baskı ve istibdadın, zorlama ve cebrin olduğu yerde insanın maneviyatı gelişmez; insan hayvan mesabesinde kalır. Bunun için yüce Allah dinde zorlamayı yasaklamış ve insanı hür ve bağımsız hareket etmesini, ancak ve ancak hakka ve adalete boyun eğmesini istemiştir. Vahiy insana yol göstermiş, aklı nurlandırmış, ruhu tekamül ettirecek, dünya ve ahiret saadetini sağlayacak prensipleri ortaya koyar ve insanı bunlara uymakta hür bırakır. Sonuçta ise “herke Allah’ın huzurunda yaptıklarının karşılığını görür” buyurur.
Yüce Allah inanmak için insanların akıllarını kullanmalarını ister ve peygamberine şöyle buyurur: “Allah dileseydi dünyada herkesin iman etmesini sağlardı. Şimdi sen mi insanlar inansınlar diye zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse iman etmez; Allah, akıllarını kulanmayanları rezillik ve azap içinde bırakır.” (Yunus, 10:99-100.)
Peygamberimizin görevi de sadece en güzel şekilde insanların akıllarını ikna edecek tarzda tebliğ etmektir. Yüce Allah “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış. Şüphe yok ki Rabbin, kendi yolundan sapanları da, doğru yolu tutanları da en iyi bilendir. (Nahl, 16:35, 125.) buyurarak tebliğ konusunda da yol ve yöntem, tarz ve metot göstermiştir.
Bize düşen Allah’a abd ve asker olmak, onun bir memuru olduğumuzu düşünerek Allah’ın bize olan rahmet ve şefkatinden dolayı şükretmek ve görevimizi en güzel şekilde yapmaktır.