M. ALİ KAYA
Giriş
Anayasa’nın amacı bireyin “Temel Hak ve Hürriyetlerini” korumak ve hakların teminini garanti etmektir. Anayasalar ve Yasalar gücün sınırlandırılması ve haklılıkta kullanılması içindir. Zira güç daima mütecavizdir. Mutlak güç mutlak tecavüzü netice verir. Bu sebeple gücü sınırlandırmak için yasalar yapılır.
Bediüzzaman “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut-1986, 2: 324.) hadisinin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin.” “Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardideyiz” (Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, s. 73-75.) buyurarak hürriyetin ve hürriyetleri korumayı amaçlayan “Kanun-i Esasi”nin yapılması ile parlamenter sistem olan Meşrutiyete geçilmesini din ve şeriat namına alkışlar.
Ayrıca “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür; meşrûtiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar” (Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, s. 73-75.) buyurarak “Kanun hakimiyetinin” önemini ifade etmiştir. Zira kanun hâkim olmazsa, padişah kanuna uymaz da kendisini kanunların üzerinde görürse istibdat hâkim olur.
Şeriatın Amaçları
Dinin hukukî yönüne “şeriat” denir. Şeriat insanın iradî fiillerinin düzenlenmesidir veya devletin yönetime ait kuralların belirlenmesidir. Bu kuralların temel prensiplerini Allah belirlermiştir. Bu temel prensiplerin uygulaması olan yasaları Peygamberimiz uygulayarak göstermiştir. Gelişen ve değişen şartlara göre uygulamaya yönelik yönetmenlik neviden içtihatları da hukukçular, yani fukahâ içtihatlar ve fetvalarla belirlerler. Günümüzde bunlar yasalar ve yönetmenliklerle belirlenmektedir.
Din ilahî kaynaklıdır ve Allah’ın hükümlerinin tebliğidir. İnsanı en güzel surette yaratan ve insana değer veren ve hukukunu koruyan yüce Allah dinin “Hukuk” kurallarını da belirlemiştir. Bu kurallara şeriat denir. İslam hukukçuları olan Fukahâ “Makasıdu’ş-Şeria”yı beş nevi hukuk olarak belirlemiştir.
İslâm dininde beş şeyin korunmasında zaruret vardır. Bunlar; din, hayat, akıl, mal ve nesildir. Dünya ve ahiretin nizam ve intizamı bunlara bağlıdır. Bütün semavi dinlerin ruhunda bu beş esasın muhafazası vardır.
1. Hayatın Korunması
Hayat, dünya ve ahiretin ziynetidir. Dünya onun ile ayakta durur ve ona hizmet eder. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi “Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi hem en büyük neticesi hem en parlak nurudur.” İnsan hayatı, Cenab-ı Hakkın en çok ehemmiyet verdiği, en çok ikram ettiği ve en sevgili bir mahlûkudur. Hukukun birinci kuralı ve birinci amacı hayatın muhafazasıdır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Kim haksız yere adam öldürmemiş ve fesat çıkarmamış bir insanı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur” (Maide, 5:32.) buyurarak hayatın korunmasını emretmiştir.
İslamiyet dini hayatın muhafazasına ehemmiyet verdiği gibi insan şahsiyetini de her türlü aşağılığa düşmekten korumaya da o kadar ehemmiyet vermiştir. Mesela, içkiden, kumardan, sefahatten men ettiği gibi yalandan, dedikodudan, iftiradan ve kötü lakap takmaktan da men etmiştir. Hasılı, İslâm, insanın şeref ve haysiyetini zedeleyen her türlü davranışı ve sözü yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili olarak mealen şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki alay edilenler Allah indinde kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasın, olur ki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fıska düşmek ne kötüdür. Kim bu fiilleri işler de tevbe etmezse zalimlerden olur.” (Hucurat, 49:11.)
Kur’ân-ı Kerim savaşı da mütecaviz zalimlerden hayatı, malı, aileyi, dini ve aklı korumak için meşru kılmıştır. İnsan hayatı kutsaldır ve ancak kutsal olan din, namus, şeref ve haysiyet uğrunda feda edilebilir. İslâm nazarında kişinin haysiyet ve şerefi, namus ve itibarı helal kazancı da hayatı gibi önemli ve mukaddestir.
2. Dinin Korunması
Bediüzzaman Said Nursi “Din hayatın hayatı hem nuru hem esası İhya-i din ile olur şu milletin ihyası” buyurarak toplumun dirilmesinin, asayişin korunmasının ve terakkinin ancak dinle olacağını belirtir. Zira din, iman, Allah’a itaat, ahlak ve hukuktur. Dinde “kul hakkı” hakların temelini teşkil eder. Din ferdin bütün hukukunu korumayı emreder. Toplumda akrabalık, komşuluk ve kamu hukukunun korunması dine bağlıdır. Yasalar vicdanlara hitap etmediği için toplumda fazla müessir olamaz, tesir vicdanı harekete geçiren din iledir. Fertler arasında kardeşilik, sevgi ve muhabbet bağlarını din emreder ve dini duygularla kurulur.
Bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman “Din; saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir.” (ESDE, Münazarat, 462.) Dünya ve ahiret saadeti ancak dinle kazanılır. Müslümanlar ne zaman dinlerine sahip çıkmış ve yaşamışlarsa terakki etmişler, ne zaman dinden ve dini değerlerden uzaklaşmışlarsa tedenni etmiş ve başka milletlerin esiri olmuşlardır. Tarih buna şahittir.
İslâm dini itikat, ibadet, ahlâk ve muamelata ait bütün ilahi hükümleri bünyesinde toplar. Bir milletin hayatında dinin ne derece önemli olduğunu açıklamaya ihtiyaç yoktur. İnsanın arzu ve emelleri nihayetsiz, ömrü ise sınırlı olduğu için, ebedi ve baki bir hayata ihtiyacı vardır. Bu ise ancak din ile karşılanabilir. Çünkü, insanda maddi ihtiyaçlar olduğu, gibi ruhî ihtiyaçlar da vardır. Bedenin arzuları ihmal edilemeyeceği gibi ruhun istekleri de ihmal edilemez. Bu ihtiyaçlar temin edilmezse fert ve toplumda huzur ve sükunet olmaz. Huzur ve sükuneti temin ve tesis edecek ancak dindir. Onu hakkıyla yaşayan bir millet, terör ve anarşi tehlikelerinden ve her türlü ıztıraptan kurtulur. Çünkü cemiyetin hayatını tanzim, ahenk ve düzenini muhafaza ancak hak din ile olur. Hak din, şu dünya hayatında insanın en büyük koruyucusu, en samimi yoldaşıdır. Evet o dini hakkıyla yaşayanlar feyizden saadete, saadetten kemalata yükselirler. “İnneddine indallahil İslâm” “Allah katında din İslamdır” (Âl-i İmran, 3:19.) ayet-i kerimesi gereğince cihanda İslâmiyet’ten başka bir feyiz menbaı yoktur.
Bu konuda İstiklal Şairi Mehmet Akif şöyle demektedir:
“Hangi millettir ki, efradında yoktur hiss-i din?
En büyük akvama bir bak; dini her şeyden metin.”
Bütün bu gerekçelerle devlet dini korumakla mükelleftir. Dinin devlete ve devletin korumasına ihtiyacı yoktur, zira din insana hitap eder ve her insanın aklını aydınlatır, kalbini nurlandırır ve vicdanını harekete geçirir. Devletin, hukuku işler hale getirmesi, asayiş ve huzuru koruması için dine ihtiyacı vardır. Devletin dini koruması ise Hürriyetçi Demokrasinin Temel İnsan Hakları içinde saydığı “Din ve Vicdan Hürriyetini” uygulamak ve hayata geçirmek içindir. Bu sadece İslam dini için değil, tüm dinler ve inançlar için geçerlidir. Zira İslam dini de bütün dinlerin korunmasını emreder.
Peygamberimiz (asm) gayri müslim gruplarla yaptığı anlaşmalarda da canları ve mallarının güvenlikte olduğu hususu özellikle vurgulanmış” (M. Hamidullah, Cüheyne kabilesi ile yapılan anlaşma, Vesaik, No.151.) Ayrıca Hristiyanlarla yapılan antlaşmada Allah’ın himayesi ve peygamberi Muhammed’in zimmetinin Necranlıların mabetlerinin üzerine olduğu belirtilerek ibadethaneler garanti altına alınmıştır. (İbn Sa’d, Tabakat, 1: 288, 357-58; Ebu Davud, Haraç, 29-30.)
Hayber Yahudileri bir defasında Hz. Peygambere (asm) gelip ürünlerinin bazı Müslümanlar tarafından izinsiz şekilde alındığını söyleyerek şikâyette bulunmuşlardır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) Müslümanları mescitte toplamış ve onlara kendileriyle muahede yapılanların mallarının haram olduğunu ilan etmiştir. (Müsned-i Ahmed, 4: 89; Vakıdi, Megazi, 2: 691; Serahsi, Siyer, 1: 133, 4: 1530.)
Hz. Ali (ra) “Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur. Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki gibi kutsaldır” (İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A’la-El Mevdudi, Hilal Yayınları-1967, s. 76.) demiştir.
Günümüzde siyaseti dinsizliğe alet edenler “Din ve Vicdan Hürriyetini” sınırlamak, dini ve dindarı baskı altına almak için Laikliği esas almışlardır. Hürriyetçi Demokratlar ise “Din ve Vicdan Hürriyetini” esas almışlar ve bütün dinleri koruyarak onların dini faaliyetlerine hürriyet tanımışlardır.
Günümüzde dini korumak “Hürriyetçi Demokrasi” ile mümkündür. Hürriyetçi Demokratlar “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni hayata geçirmekle dini siyasete alet etmeden dine hizmet etmiş olurlar ve öyle de olmuştur.
3. Aklın Korunması
Şeriatın, yani İslam hukukunun korumasını garanti altına aldığı “Zaruriyat-ı diniye”den birisi de aklın korunmasıdır. İslâmda akıl dinin temeli, ilim ve hikmetin kaynağıdır. Hz. Adem (as) Cennette yaratılınca Yüce Allah’ın emriyle Cebrail (as) Hazret-i Âdeme taraf-ı İlahiden akıl, haya ve din olmak üzere üç hediye getirmiş ve ‘Bunlardan birini tercih et!’ demiş. O da aklı tercih etmiş. Cebrail (as) din ve hayayı geri götürmek istemiş. Ancak onlar ‘Bizim akılla beraber olmak yaradılışımızın gereğidir. Allah bize akıldan ayrılmayın buyurdu. O neredeyse biz oradayız” demişlerdir. Böylece insan aklı tercih etmekle dine ve ahlaka sahip olmuştur.
Evet, akıl; din, iffet, namus ve fazilet gibi güzel meziyetlerin esasıdır. Hikmet sahibi zatlar demişler ki, Allah’ın insanlara ihsan ettiği nimetlerin en büyüğü ve en hayırlısı akıldır. Musibetlerin de en büyüğü ve en kötüsü cehalettir. Hak ve batılın arasını ayırt edebilmek aklın, ayıramamak ise cehaletin alametidir. Bütün rezalet ve dalaletlerin kaynağı bu cehalettir.
Yüce Allah cehaletin ortadan kalkması için Kur’ân-ı Kerimde “İlim” öğrenmeyi emretmiştir. Peygamberimiz (asm) de “İlim öğrenmek kadın erkek tüm insanlara farzdır” buyurmuşlardır. Doğru bilgiler aklı korur, yanlış bilgiler aklı şaşırtır. Kesin bilgilere “Yakîn” denir. Dini bilgiler doğru ve hakikat olduğu için bu bilgilere “İlme’l-Yakîn” ve “Hakka’l-Yakîn” adı verilir. İlim hakka’l-yakîne ulaşınca imana inkılap eder.
Kâmil bir akla sahip bir kimse, milletin saadet ve selameti için çalışır ve o yolda başına gelen zorluk ve felaketlere tahammül eder, sabreder, şükreder. Cahil kimse ise kendi menfaati için, milletini feda edecek kadar alçalır. İbn-i Abbas Hazretleri “Alimler ile cahiller arasında yedi yüz derece fark vardır. Her derecenin arası da beş yüz senelik yol kadardır” demiştir.
İlim hak ve hakikat olan, gerçeğe uygun olan bilgidir. Dinî ve dünyevî, her türlü kemalata sahip olmak, ilim ve hikmet ile olur. İlim ile akıl, ruh ve ceset gibidir. Aklın korunması ilimle olduğu ve ilim öğrenmek Allah’ın farz kıldığı bir emir olduğu için her insan doğru bilgiye sahip olabilmek için okuması, kaynağından doğru bilgilere ulaşması için devletin okullar açması ve Üniversiteler kurması yanında “Eğitime” her türlü imkânı tanıması gerekir. Devlet, temel insan haklarından olan “İlim ve Fikir – İfade ve Düşünce Hürriyetini” hayata geçirmek ve eğitime önem vermekle aklı korumuş olur.
Hürriyetçi Demokrasi İfade ve Düşünce Hürriyetini hayata geçirmekle dinin “Aklı Koruma” amacına hizmet etmiş olur.
4. Neslin ve Ailenin Korunması
Dinen zaruri olan görevlerden biri de neslin korunmasıdır. Neslin sağlam kalması dinen olduğu gibi insaniyet noktasından da pek mühimdir. Ailenin korunması için dinimiz “Nikah” emrini vermiştir. Peygamberimiz (asm) “Nikah benim sünnetimdir, her kim sünnetimden ayrılırsa benden uzaklaşır. Evlenin çoğalın, zira ben kıyamette ümmetimin çokluğu ile iftihar ederim” (İbn-i Mace, Nikah, 1.) buyurmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerim evlenmeyi emretmiş, zinayı ise kesinlikle yasaklamıştır. “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o çirkin bir iş ve kötü bir yoldur.” (İsra, 17:32.) Zina, dinen yasak olduğu gibi akıl ve hikmeten de kötü bir iştir, insanlar arasında nefretle karşılanır. Değil bir ferdi, bir sülaleyi ve bir milleti bile rencide eder ve kalplerinde derin yaralar açar. Bunu işleyenler dünyada rezil oldukları gibi ahirette de hep hüsrandadırlar.
Nesli muhafazanın ikinci yolu genç nesilleri ahlak ve faziletle muhafaza altına almaktır. Çünkü, kendi milletinin örf ve adetlerini terk edip başkalarını muhabbetle taklit edenler, benliklerinden koparlar ve taklit ettikleri millete iltihak ederler. Bu da ilimle ve doğru eğitimle olur. Eğitim, ilim ve fikir hürriyeti vardır; ama bu yanlışı yapma, günah işleme ve başkasının hukukunu çiğneme ve ahlaksızlık yapmanın serbest olması anlamına gelmez. Devlet gençleri cehaletten koruduğu gibi uyuşturucu ve ahlaksızlıktan da korumak için gerekli tedbirleri almalıdır.
Güzel meziyetlerin en üstünü iffet ve namustur. Dinden uzaklaşmış cemiyetler büyük bir servete, kuvvete muhteşem bir hâkimiyete sahip olsalar bile tarihin şahadetiyle sabittir ki, böyle milletler ahlaksızlık ve zulüm yüzünden kuvvet ve saltanatlarını kaybetmiş ve tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir. Mesela, Doğuyu ve Batı’yı hâkimiyeti altına alan Roma Devleti, bir zamanlar fazilet ve güzel ahlakın bir numunesiydi. Fert ve cemiyeti pek terbiyeli, namuslu ve istikametliydi. Namuslarını korumada pek hassas idiler. Kalpleri hürriyet ve vatan sevgisi ile dolu idi. Herkes iş, meslek sahibi idi. İsraf ve rüşvet gibi hallerden gayet uzaktılar. Askerleri ise, kahramanlık ve cesarette, itaat ve bağlılıkta fevkalade idiler. Roma’da bir “fahişe” lakırdısı işitilmezdi. Gençler arasında kadın bahsini konuşmak gayet ayıp sayılırdı. Onlarda takdir ve hürmet gören, fazilet ve dürüstlük idi. Sonra Yunandaki ahlaksızlık Roma’ya da sıçradı ve o temiz huyları tahrip etti, onları fazilet ve iffetten tamamen uzaklaştırdı. İsrafa ve sefahate düştüler. Hükümet adamları hile ve gasp ile devletin malını kendi zimmetlerine geçirmeye başladılar. Roma’nın kadınları namusun kadir ve ehemmiyetini ayaklar altına aldılar ve her türlü rezaleti alenen işlediler. Romanın kanun hâkimiyeti bu çılgın sefahatin önünde duramadı. Nihayet o şöhretli devlet, o muhteşem saltanat hâk ile yeksan oldu, yıkıldı gitti.
Aynı şekilde Endülüs… Sekiz yüz elli sene İslâmiyet’in bayraktarı olan bu şanlı medeniyet de yine aynı sebeplerden dolayı Cenab-ı Hakkın bir tedip tokadıyla yıkıldı, gitti. Evet, bir cemiyette Allah korkusu hâkim olmazsa, kalplerde imanın kutsiyeti parlamazsa, vicdanlarda dinin nuru tecelli etmezse o millette huzur kalmaz, yerini ahlâk çöküntüsü, anarşi ve terör alır. Artık böyle bir cemiyette istikamet, hamiyet, şefkat, merhamet gibi ulvî meziyetlerden bahsedilemez. Hatır ve hayale gelmeyecek rezaletler irtikap edilir ve devlet yıkılır. Bu sebeple neslin korunması devletin önemli vazifelerindendir. Bunu da aileyi korumak ve eğitim ile ve dine değer vermekle yapabilir.
5. Mülkiyetin Korunması
Dinin şeriatın korumasını istediği hususlardan birisi de mal ve servettir. Mal hayatın önemli bir rüknüdür, insan mal ve mülkiyet sayesinde hayatını devam ettirir, dinini, namusunu, şeref ve haysiyetini muhafaza eder. Çünkü, fakirlik bazen insanı birçok günahlara sokar. Peygamber Efendimizin “Helal mal, salih bir insan için ne güzel ne hayırlıdır” (Müsned-i Ahmed, 4: 197, 202.) buyurmuştur. Binaenaleyh her insan kendi ihtiyaçlarını meşru şekilde elde etmeye çalışmalıdır. İslâm dininde “ağniya-i şakirin” yani kazandığı malın şükrünü eda eden zenginlerin mertebesi çok yüksektir.
Helal servet hem dünya hem de ahiret saadetini temin ettiği gibi cennete girmenin de en büyük amillerindendir. Helal mal, insanı dilencilik zilletinden, başkasına el açmaktan kurtarır. O bakımdan, “Veren el, alan elden daima üstündür.”
Mülkiyet hukukun da temelidir. Hukuk genellikle mülkiyet üzerinde döner. Adalet daha çok mal ve mülkiyetin korunmasını sağlar. Adalet devletin en önemli görevidir ve bunu mahkemeler yoluyla icra eder.
Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi mülkiyete ve adalete bağlıdır. Mal ve mülkiyet “Ziraat, Ticaret ve Sanata” bağlıdır. Bunların artması ile artar ve gelişir, o ülke bayındır, zengin ve güçlü olur. Azalması ile fakirleşir ve başka devletlerin esareti altına girer. Devletin en önemi görevi ülkesindeki vatandaşların ziraat, ticaret ve sanatla uğraşmaları için “Emniyeti ve Adaleti” sağlamaktır. Zira üretecek olan da tüketecek olan da geliştirecek olan da vatandaşlardır. Çalışma ve üretme dinin emridir. Din üretim üzerinden “Sadaka, Zekât, Hac, Kurban, Yardımlaşma, İnsanlara faydalı olma” gibi mali ve bedeni ibadetleri emretmiştir. Bu ibadetlerin ifası ancak helal mal ve mülk ile olur.
Peygamberimiz (asm) ziraat, ticaret ve sanatı teşvik etmiş “Ticarete devam edin. Zira rızkın onda dokuzu ticarettedir.” (İbn Hacer Askalânî, Metalibü’l-Aliye, Beyrut, 3:302; Gazali, İhya, 2:64.) “Sanatkâr Allah’ın sevgili kuludur.” (Taberani, Evsat, 8:80; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2:88.) “Ziraatle meşgul olmak en helal kazanç yoludur. Onun ürününden kim yerse yesin onun için sadaka olur” (Müslim, Müsakat, 10.) buyurarak dünyevî ve uhrevi fayda ve sevaplarını haber vermiştir.
Bediüzzaman Hazretleri “Mevcuda iktifa dûn himmetliktir” buyurmakla Müslümanları mevcutla yetinmeyip her konuda çok daha ileri hedeflere yürümeye teşvik etmiştir. İhtiyaçlarını kolaylıkla elde edemeyen bir millette asayiş ve huzurun sağlaması oldukça zordur. Böyle ihtiyaçlı bir millette hırsızlık, cinayet, hıyanet, hak ve hukuka tecavüz had safhaya ulaşır.
Serveti ve zenginliği mükemmel, sanat, ziraat ve ticareti parlak olan bir devlet, asayiş, huzur ve güven içerisinde ilerlemesini devam ettirir. Sanat, ziraat ve ticaret bir milletin kanı ve canı hükmündedir. Kanı kuruyan bir insanın yaşaması mümkün olmayacağı gibi fakir bir millet ve devletin de yaşaması imkânsız hâle gelir. İktisadî bağımsızlığı olmayan bir milletin, siyasî hakimiyetini iddia etmesi ne kadar gülünç olur. Bu gibi milletler siyasî sahada da bağımsızlıklarını koruyamazlar.
Bediüzzaman ayrıca “Bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir” (Hutbe-i Şamiye, s.16.) buyurarak mülkiyet ve servetin bu zamanda önemini ifade etmiştir.
Devletin görevi toplumun zenginleşmesi için gereken iktisadî ve sınâî ve ticrari tedbirleri almak, üretimi artırmak için üreticileri korumak ve desteklemektir. Bu da dinin emridir.
Mehmet Akif şöyle der:
“O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri rabbim görür; vazîfesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!
Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek,
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın o;
Çoluk çocuk O’na âid; lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mesûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı… Hepsi hâsılı o.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete… Ha?
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah bir topluma bahşettiği nimeti, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe, asla değiştirip elinden almaz ve bilin ki, Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (Enfal, 8:53.) buyurur. Devleti ve serveti yönetmesini bilmezseniz yüce Allah size gereken cezayı verir. Bu da fakirlik ve sefalettir, çalışan ve gayret eden milletlerin esaretine girmek şeklindedir.
Devleti yönetenler hürriyetçi ve demokrat olmazlar, insanların temel hak ve hürriyetlerini din, dil, ırk, köken ve fikir ayrılıklarını nazara almadan “Kanun Hakimiyeti” çerçevesinde tarafsız yapmaz, ırkçı ve ideolojik davranır, millete hizmet etmek ve adaleti sağlamak yerine taraflı davranır, halka ideolojik, dini ve ırkî baskı uygularsa o ülkede adalet yerini zulme, asayiş ve huzur yerini anarşi ve teröre devreder. Ülkede kargaşa başlar, üretim ve istihdam azalır, fakirlik ve pahalılık, hırsızlık ve ahlaksızlık başlar ve o devlet yıkılır. Tarih bu şekilde yıkılan devletlerin mezarlığıdır.
Bediüzzaman Laiklerin İddialarını Çürütüyor
Türikiye’de “Din ve Vicdan Hürriyeti”nin verilmesinin dinin siyasete alet edileceği ve dahili karışıklıklara sebep olacağını iddia ederek “Dini dünyadan, yani kamudan ve hayattan tecrit etmek” amacı ile “Laikliği” getirmekle “Din ve Vicdan Hürriyetini” sınırlamak ve devletin denetimi altına ve devletin kontrolü altına almak isteyen ve “Diyanet İşleri Başkanlığını” yasalarla sınırlı hizmetleri yapmak için kuran irade, halkı ve özellikle ilim sahiplerini ikna etmek için şöyle derler:
“Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek, başta ihtilâlciler, inkılâpçılar ve filozoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mutezile telâkki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilâl-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilân ettiler. İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfüruşlar diyorlar ki: “Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu; bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul edildi. Öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir.”
Bediüzzaman bu iddiaya şöyle cevap verir: “Bu kıyasın farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı âzamı kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.
Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.
Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor, “Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar” (Buharî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Megâzî: 61; Fedâilü’l-Kur’ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Zekât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ’, Messü’l-Kur’ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42.) kaidesine dahil oluyor.
“Laikliği” dini dünyadan ve kamudan ayırmak için ilan etmek isteyeneler bu sefer şöyle dediler: “Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisâtına sebep olan Fransız İhtilâl-i Kebîrinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra, çoklar tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki ettiler.” Öyle ise biz de “Dinde Reform” yaparak daha çok terakki edebiliriz.
Buna da Bediüzzaman şöyle cevap verir:
“Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi, farkı zâhirdir. Çünkü, Fransızlarda havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i Hıristiyanî, bahusus Katolik mezhebi, bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıtayla nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın frengistanda ihtilâllerle istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telâkki edildiğinden, o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hıristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve filozoflarda bir küsmek, bir adâvet hâsıl olmuştu ki, malûm hadise-i tarihiye vukua gelmiştir.
Halbuki, din-i Muhammedî (asm) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekvâ etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dört yüz sene ihtilâlât-ı dahiliyeye sebep olmuş.
Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile, havassı, avâmın üstünde müstebit yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor, “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.) “İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481.) diyor.
Hem Kur’ân-ı Hakîm lisanıyla “Akıl etmiyor musunuz? İyice düşünmüyorlar mı? Hiç tefekkür etmezler mi?” gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.
Hakikî Hıristiyanlık değil, belki şimdiki Hıristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından, sabık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:
İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.
Şimdiki Hıristiyanlık dini ise, velediyet akidesini kabul ettiği için, vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enâniyeti kırmaz; belki “Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mukaddes vekili” diye, o enâniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reis-i cumhuru Wilson ve İngilizin esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.
Evet, nasıl ki Hıristiyan havassının taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salâbeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de, Hıristiyandan çıkan filozoflar dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâmdan çıkan hükemaların kısm-ı âzamı hikmetlerini esâsât-ı İslâmiyeye bina etmesi, yine mühim bir farkı gösteriyor.
Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmi Hıristiyanlar, dinden medet beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa’nın İhtilâl-i Kebîrini çıkaran ve “serseri dinsiz” tabir edilen, tarihçe meşhur inkılâpçılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden medet beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu hal dahi mühim bir farkı gösteriyor.
Laikliği dinin yerine ikame etmek isteyen “Ehl-i bid’a diyorlar ki: “Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.”
Bediüzzaman buna da şöyle cevap verir:
“Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz. Çünkü Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a, “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın” denilse, taassupları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım.”
Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmişse, o zamana nispeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti terk etmişse, tedennî etmiş. Hıristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.
Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemÂlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir.
Acaba, bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.
Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: “Biz Allah Allah diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.”
“Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:
Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle “El-Mevtü Hakkun” hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa, tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.” (Mektubat, 29. Mektup, s. 420-424.)
Laikliğin Doğuşu ve Uygulaması
Kökü Yunancadan gelen Laiklik, “dini olmayan” demektir. Ziya Gökalp “Lâ-dinî” şeklinde ifade etmiştir. Fransa’da Teokratik devletten demokrasiye geçerken yapılan yasalarla halkın ve kralın üzerindeki din otoritesi sınırlandırılmış ve Katolik kilisenin katı tutumuna Hristiyanlığın ikinci bir mezhebi olan Protestanlık namına karşı çıkılmıştır. Katolik kilisenin devlete müdahalesinin önüne geçilmiştir.
Fransız kamu hukuku uzmanı Léon Duguit Laik devleti “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet” olarak tanımlamıştır.
Laikler dine ait her şeye “irtica” namını vermişler, çağdaşlık ve uygarlık namına “irtica ile mücadele ediyoruz” diye dini değerlere savaş açmışlardır. Bunu da “Laiklik” kılıfı ile yapmışlardır. Devlet, demokratik açıdan her türlü düşünceye geçit verse bile, bu düşüncelerin dine dayanıp dayanmadığı noktasında laikliğe aykırı hareketler kapsamında irticayı temel terim olarak benimsemiştir.
Laik “ruhbanlığa, kilise teşkilâtına, hatta dinî alana ait olmayan” mânasında Fransa’da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Fransız siyaset adamı ve filozof Emile Littré laikliği siyasî bağlamda ele almakta ve bu kavramı din söz konusu olduğunda “devletin mutlak tarafsızlığı” anlamını vermektedir.
Devletin bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması, vicdan ve inanç hürriyetine saygı göstermesi şeklinde anlaşılmıştır. Eğitim alanında ise, öğretimin dinî bir temele göre ve teolojinin güdümünde yapılmaması şeklindedir.
Din ve devlet ilişkilerinde devlet ya belirli bir din veya mezhebin esaslarına göre yönetilir ki buna “teokrasi” adı verilir; ya da hüküm sürdüğü ülkedeki dinî hayatı kontrol ve idare eder. Üçüncü şık olarak devlet ve din tam anlamıyla birbirinden ayrılmakta, ne devlet dinî alana müdahale etmekte ne de inançlar devlet işlerinde bir etkide bulunabilmektedir ki buna laiklik adı verilmektedir.
Laiklik özü itibarıyla din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılması, dinin “vicdanlara hapsedilmesi” kamudan ve sosyal hayattan çıkarılması demektir. Ancak bu ne batı Hıristiyan dünyasında ve ne de Laikliğin uygulandığı İslam ülkelerinde mümkün olmamıştır, olması da mümkün görünememektedir. Yani hem devlet her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak hem din ya da dinler devlet katında serbest olacaktır. İdeal olarak verilen bu tanımın uygulamada tam olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmamaktadır. Zira hem devlet, din ya da dinlerin kendi alanına karışmaması için tedbirler almak adına birtakım sınırlayıcı düzenlemeler yapabilmekte, hem de dinî alan toplumda oynadığı ahlâkî rol ve kendine ilişkin bir eğitim anlayışı dolayısıyla devletle paylaşmak isteyebileceği birtakım kaygılar taşıyabilmektedir. Nitekim dinî olanın, kendine has alan ve mahiyet çerçevesinde inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olabilmesi kadar etik anlamda da itibarının korunabilmesi devletin meşgul olacağı işler arasında sayılmalıdır. Ayrıca devletin tarafsızlığı bir kayıtsızlık şeklinde anlaşılırsa farklı inanç sistemleri karşısında takınılması gereken eşitlikçi tavır ve bunlar arasındaki âhenkli bir arada oluşu sağlamak güçleşecektir.
Katolik kilisenin katı tutumuna ve devleti yönetmesinden rahatsız olan aydınlar, düşünürler ve din adamları Luther ve Calvin, daha sonra da Bodin, Bossuet ve De Maistre dinde reform başlatmış ve Protestanlığı ilan etmişlerdir.
Din ve siyaset ilişkisini inceleyen ikinci görüş dini siyasetin emrine onu âdeta araç haline getirerek veren, fakat bunu yaparken de yine dinin vazgeçilmez faydalılığını vurgulayan bakış açısıdır. Bu bakış açısını paylaştığı düşünülen Machiavelli ve Montesquieu dinin toplumsal işlevini ve siyasî yararlılığını gündeme getirmekte ve onu devlet idaresine yardımda bulunabilecek tarafıyla değerlendirmektedir.
Üçüncü görüş, siyaset karşısında dinin önceliği ya da sonralığı konusunu eleştirici bakış açısıyla bir tarafa bırakarak onun toplumsal ve siyasal alanda farklı bir biçimde yeniden şekillenmesini ya da tamamen ortadan kalkmasını savunmaktadır. Bu bakış açısının ilk düşünürlerine göre özellikle Hıristiyanlığa ait geleneksel dinî formlar artık yeni toplumlara uyarlanabilir değildir; şu halde onların yerini laik ve rasyonel bir temelde icat ve inşa edilecek yeni bir din almalıdır. Söz konusu görüş ütopist toplumcu Saint Simon’unki olduğu kadar Proudhon ve Auguste Comte’un görüşüdür. Bu sonuncusu, bilimsel ilerlemeleri ve sanayi hamlelerini yönlendirecek ve hatta onlara hizmet edecek bir insanlık dininden bahsetmektedir. Yine bu çerçevede değerlendirilebilecek olan, fakat çok daha radikal çözümler arayan Karl Marx ve Engels’e göre toplumsal ve ekonomik şartların değiştirilmesiyle tam olarak ortadan kalkması gereken din aslında insanın kendi kendine bir yabancılaşması şeklidir.
İslam Dünyasında Laiklik Uygulamaları
İslâm ülkelerinde laikliğin ortaya çıkışı, Batı ülkelerine göre farklılık gösterir. İslâm dünyasında dinî otorite ile siyasî otorite arasında tarih boyunca Batı’dakine benzer bir çatışma söz konusu olmadığından XIX. yüzyılın başlarından itibaren görülen laiklik süreci iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin ve gelişmelerin etkisiyle başlamıştır.
I. ve II. Dünya savaşlarını takip eden yıllarda İslâm toplumlarının bağımsızlıklarını kazanmaları ve ulus-devlet şeklinde yapılanmaları ile birlikte din-devlet ilişkileri, devletin kimliği ve yönetim şekliyle ilgili tartışmalar canlanmış, farklı eğilimler ve fikrî oluşumlar ortaya çıkmıştır. Hilâfetin dinî değil millete bırakılması gereken dünyevî bir mesele olduğunu ifade eden Osmanlı âlimi Seyyid Bey ile, İslâm dininin devlet hayatından tamamen uzak tutulması gerektiğini “el-İslâm ve Uṣûlü’l-Hükm” adlı eserinde dile getiren Mısırlı âlim Ali Abdürrâzık gibi düşünürlerin karşısında İslâm’ın siyasî otoritenin kaynağı olması ve devletin kimliğinin İslâmî esaslara göre tanımlanması gerektiğini savunan anlayışlar da geliştirilmiştir.
Bağımsızlıklarını kazanma sürecinde İslâm ülkelerinin çoğunda devlet yönetimini elinde bulunduran siyasetçilerin ve Batı eğitimi almış olan entelektüellerin modernist bir İslâm yorumuna sıcak baktıkları veya laik ve milliyetçilik ekseni etrafında bir siyaset üretmeye çaba sarfettikleri görülür. Bunun sonucu olarak siyaset, hukuk ve eğitim alanlarında Batı modellerini benimseme çabalarıyla birlikte laikleşme süreci de hız kazanmıştır. Genellikle hukuk ve eğitim alanlarındaki uygulamalar, bu alanların dinî çevrelerin ve gelenekçi ulemânın elinden çıkarak devletin kontrolüne geçmesi sonucunu doğurmuş, bir kısım ülkelerde dinî faaliyetler doğrudan devlet tarafından düzenlenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti laikliği her ne kadar resmen 1937 yılında benimsemişse de bu gelişmeye yol açan süreç Cumhuriyet döneminde medenî hukuk alanı Batılı ve laik bir karaktere bürünmüştür. Şer‘iyye mahkemelerinin kalkması, hilâfetin ilgası, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun kabulü, tekke ve zâviyelerle türbelerin kapatılması ve nihayet 1937’de laikliğin açık biçimde anayasal bir prensip olarak 1924 Teşkilat-ı Esasiye’de yerini alması bu dönemde laiklik istikametinde atılmış önemli adımları oluşturmaktadır. Aynı ilke 1961 ve 1982 Anayasalarında da yerini ve önemini korumuştur. 1982 anayasası laikliği Cumhuriyet’in temel niteliklerinden sayarak değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek maddeler arasına almıştır. (Anayasa Md. 1-4.)
Laiklik Temel İnsan Haklarından olan “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni kayıt altına almak ve sınırlandırmak için Anayasa’ya konulmuştur. 1982 anayasası bir taraftan herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu, 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenlerin serbest bulunduğunu, din ve ahlâk eğitim ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağını, din kültürü ve ahlâk öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağını belirtirken diğer taraftan kimsenin devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasî ya da kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceğini ve kötüye kullanamayacağını hükme bağlamıştır. 24. maddenin göndermede bulunduğu 14. madde ise Temel Hak ve Hürriyetlerin demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılmasını yasaklamaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını düzenleyen 15. madde ise savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağan üstü hallerde dahi durdurulamayacak olan temel hakları düzenlerken kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağına da yer vermektedir.
Laiklikle ilgili anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olanıdır. 136. madde, “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” hükmünü getirmektedir. Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı zaman zaman eleştiri konusu olmuşsa da din hizmetlerinin cemaatlere bırakılmasının da kendine özgü problemler doğurabileceği, gruplaşmalara yol açacağı ve millî birlik ve bütünlüğü bozabileceği ileri sürülmüştür. Anayasa Mahkemesi’ne göre de Hıristiyanlığın aksine toplumsal-kamusal hayatı da düzenleyen İslâm dininin kötüye kullanılması devletin ve laiklik ilkesinin yok edilmesi sonucunu doğurur. Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum yapılması tarihten ve ülke şartlarından süzülen bir zorunluluktur ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir din hizmetlileri sınıfının varlığı da anayasaya aykırı değildir.
Bütün bu açıklamalar göstermektedir ki Laikliğin Anayasaya girmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasal bir kurum olarak yerini alması ve Laikliği ilkesi doğrultusunda faaliyet göstermesinin istenmesi devletin dini kontrol altına alarak istediği gibi kullanması ve “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni sınırlamayı amaç edindiğini göstermektedir. Uygulamada da böyle olmuştur. Nitekim Fransız sömürgesi olan Tunus, Cezayir ve Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerinde İslâmiyet, bölgedeki yabancı sömürgeci güçlere karşı toplum dayanışmasının temelini oluşturmuş ve özgün kimliğin tanımlanmasında önemli rol oynamıştır. Bunun için bağımsızlık sonrası iş başına gelen siyasî seçkinler laiklik konusunda katı Fransız örneğini izlemişlerdir. Bunun en belirgin örneğini Tunus oluşturur. Tunus’ta şer‘î mahkemeler ve dinî vakıflar kaldırılmış, dinî kurumlar devlet kontrolünde tutulmaya başlanmış, hukuk alanında önemli değişiklikler yapılmıştır. Sözü edilen Kuzey Afrika ülkelerindeki ekonomik zorluklar ve uygulanan dinî politikalar Tunus’ta Hizbü’n-Nehda, Cezayir’de “el-Cebhetü’l-İslâmiyyi li’l-inkāz (FIS) gibi dinî referanslı muhalefet hareketlerini ortaya çıkarmış, demokratik mekanizmaların kapalı oluşu büyük sosyal çatışmaların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
İran’da Molla Rejimi hâkim olduğu için yönetim bir nevi “Teokratik” denebilir. Endonezya’da ise halkın %85’i Müslüman olduğu için hem Laik hem de Şer’î mahkemeler vardır. Nüfusunun %45’i Müslüman olan Malezya’da ise İslâmiyet bir devlet dini olarak kabul edilmektedir. (Bakınız: https://islamansiklopedisi.org.tr/laiklik)
Laiklerin Dini Dışlama Çabalarına Dinden Delil Getirme Çabaları
Hristiyan Batı ülkelerinde Hristiyanlara Laiklik ilkesini benimsetmek için İncil’de Hz. İsa’nın (as) “Sezarın hakkı Sezara, Allah’ın hakkı Allah’a” (İncil-i Matta, Bab, 22:17-21.) ifadesini kullanarak Hz. İsa’nın (as) Laikliği savunduğu iddia edilmiştir.
Aynı şekilde Türkiye’de de Müslümanlara Laiklik ilkesini kabul ettirmek için “Sizin dininiz size bizimki bize” (Kâfurun, 109:6.) ayeti ile hürriyetin en geniş şeklini ifade eden “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2:256.) ayeti de “Laikliği” savunmak ve benimsetmek için laik bir yorumlamaya tabi tutularak su-i istimal edilerek istismar edilmiştir ve bu süreç devam etmektedir.
Allah’ı, peygamberi ve kitabı inkâr eden Laikler Allah’ın kitabını ve Peygamberini dini kabul etmeyen Laikliği savunmanın delili olarak ileri sürmeleri ne gariptir. Hıristiyanî bir iklimde gelişen laik zihniyetin, kendine toplum nezdinde bir yer edinmek üzere Hıristiyanî söz ve kavramları laik bir yorumlamaya tâbi kılması elbette mümkündür ve bu çerçevede “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” sözü de pekâlâ bir su-i istimal konusu edilmiş olabilir. Ama, İslâmî bir ortam içinde laikliği yerleştirmek isteyenlerin sergilediği fikir cambazlıklarına aşina olan Müslümanların, hemen bu sözü ve Hz. İsa’yı ‘laiklik’le lekelemesi kesinlikle yakışıksızdır. (Köprü, Hz. İsa Lâik miydi? Metin Karabaşoğlu, 93. Sayı, Kış-2006, 01.01.2006.)
Bediüzzaman’ın Dinin Vicdana Hapsedilmesine Verdiği Cevap
Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme, kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur” dedi. Ben de derim ki:
“Din yalnız iman değil; belki amel-i salih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde, her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih noktasında, iman cânibinden, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.” (Tarihçe-i Hayat, Denizli Mahkeme Müdafaası, s. 512.)
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin İmanî bahisler yanında “Lahikalara” neden önem verdiğini bu cevaptan anlamak mümkündür. Zira iman hakikatlerinin hayata yansıması ancak Lahikalardaki hakikatler ve ölçülerle mümkün olur. Dinin iman yanında hayata bakan yönü “Amel-i Salih” olduğu ve böylece “Yaşanan bir İslamı” netice verdiği gibi, Risale-i Nurun şahsî ve içtimâî hayata yansıması da Lahikalarla mümkün olacaktır.
Zübeyir Ağabey’in bu konuyla ilgili söylediği; İmânî bahisler, Lâhikalar ve Müdafaalar olarak üç bölümden oluşan “Altı bin küsûr sayfa olan Risâle-i Nur Külliyatı’nın üç bin küsûr sayfası iman hakikatlerini ders verirken, üç bin küsûr sayfası ise Tarihçe, Lâhika mektupları ve müdafaalardan müteşekkildir. Bu üç bin küsûr sayfa serapa Kur’ânî olan meslek ve meşrep dersini veriyor. Üstadımız Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebini lâhikalarda sarihan ve vazıhan ve mücmel olarak yazmıştır. “Meslek ve meşrep düsturlarıyla kalen, hâlen, ilmen ve kalemen meşgul olan ve ihlâsla cehd eden, vartaya düşmez.” ifadeleriyle, bu mühim hakikati ortaya koymuştur.
Tarihçe-i Hayat’a “Önsöz” yazan Ali Ulvi Kurucu da bu hususu şöyle ifade eder: “Üstad, Risale-i Nur Külliyatı’nda dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gàyet açık bir şekilde ve en katî bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu Nurlu yolu takip ederek, sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.” (Tarihçe-i Hayat, Önsöz, s.15.)
Evet, “Risâle-i Nur yalnız îman dersi değil, içtimâî ders de verir.” Bediüzzaman “Din hayatın hayatı hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı. İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, No: 60.) buyurur.
Bediüzzaman Meşrutiyet döneminde din ile hayatı ayırmak isteyenlere şöyle cevap vermiştir: “Din ile hayat kâbil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler.”
“Şu Jön Türkün hatâsı: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası.
Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi.
Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı.
Tecrübe-i katiye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası.
İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkîsi.
İhmâli nispetinde idi milletin tedennîsi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi.”
(Sözler, Lemaât, s. 1166.)
İnsanlık Dinsiz Yaşayamaz
Bediüzzaman bu konuyu şöyle izah eder:
“Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…
Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.
Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.
Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse, “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.
İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 30-32.)
Özellikle Asya’da din duygusu hakimdir. Din duygusu ile dünya hayatında terakkiyi sağlayabilir. Bu konuda Bediüzzaman “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır.” (Mesnevî-i Nûriye, s. 85; Tarihçe-i Hayat, s. 125.)
Şeair-i İslamı İhya Meclisin Görevidir
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri 1922 yılı Kasım ayında davet üzerine gittiği Ankara TBMM’de milletvekillerine şu tavsiyede bulunur:
“Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise “Allah’ın ipine sarılın, bölünüp parçalanmayın” (Âl-i İmran, 3:103.) âyetine zıttır.
Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinadla vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur.
Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.” (Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 87.)
Bediüzzaman Dindar Cumhuriyetçidir
Cumhuriyeti dinsizliğe âlet eden, kendisini cumhuriyet düşmanı gibi göstermeye çalışan, mesnetsiz iddialarını mahkemelerde aleyhinde delil olarak kullanmak isteyen muarızlarına ‘Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diye cevap vererek cumhuriyeti din adına sahiplendiğini göstermişti.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarken belli bir ideoloji tarafından Cumhuriyet ve Bediüzzaman isimleri kasıtlı olarak karşı karşıya getirilmiştir. Buradaki asıl amaç Bediüzzaman Said Nursi ismini itibarsızlaştırmak ve rejim aleyhtarı gibi göstererek halkımızın gözünde Bediüzzaman Hazretleri’nin asıl davasına gölge düşürmektir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Eskişehir Mahkemesi’nde zapta geçmemiş müdafaasında kendisini “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” olarak tanımlar.
“Şualar” eserinde geçen bu ifadelerde Said Nursi şunları söyler:
“Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum. Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihine muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidin; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddik-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.
İşte ey müdde-i umumî ve mahkeme azaları! Elli seneden beri, bende olan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik manası bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim.” (Şualar, 12.Şua, 2017, s. 310.) şeklinde cevap vermiştir.
1947 Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan’ın bir Cumhuriyet Bayramı’nda Said Nursî’nin koğuşuna astırdığı bayrak hâdisesi, sanki onu yanlış anlayanlara ders verdirecek ve nesilden nesile intikale edecek, kaderin hazırladığı bir ders programıdır. Güya Bediüzzaman, koğuşuna asılan bu bayrağı istemeyecek, reddedecek, yırtacak veya yırttıracak. Müdür eliyle hazırlatılan bu plan da böylece maksadına erişmiş olacak.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, koğuşuna asılan bayrağı görünce, şu notu hapishane müdürüne gönderiyor:
“Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı milliyede İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki ‘Hutuvat-ı Sitte’ eserimi tab’ ve neşrile, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; Mustafa Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hattâ demişti: ‘Bu kahraman Hoca bize lâzımdır.’ Demek benim bu bayramda, bu bayrağı takmak hakkımdır.” (Şualar, s.462.)
Cumhuriyeti din namına destekleyen, mânen ve fikren hayata geçiren, yaşanabilir ve yaşatılabilir kılan, baskıcı ve müstebit bir rejim olmaktan çıkaran, dindar bir cumhuriyetçi olan Said Nursî’nin fikirleridir. Onun seksen küsur yıllık hayatı bunun ispatıdır. Daha mühimi, Kur’ana dayanan eserleri ve Cumhuriyeti, “Hulefa-i Raşidin”in sistemiyle irtibatlandıran fikirleri bütün tazeliğini korumaktadır.
Bediüzzaman Cumhuriyet yönetim sisteminin içini doldurur ve şöyle tarif eder:
“Cumhuriyet ki adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. “İnnallahe lekaviyyün azîzün” “Şüphesiz ki Allah’ın kanunları pek kuvvetli ve pek izzetlidir.” (Hac, 22:40.) hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, 2017, s. 45.)
Bediüzzaman burada Cumhuriyet yönetimi “Adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti” prensiplerine dayanması gerektiğini, yoksa istibdada, şahıs hakimiyetine dönüşeceğini söyler. Kanun hakimiyetinin Allah’ın emrine dayanması da onun gücünü artıracağını ve uygulamada, kanuna uymada büyük etki sağlayacağını ve adaletin o zaman gerçek adalet olacağını ifade eder.
Bediüzzaman Cumhurî yönetimin sadece insana has olmadığını toplu olarak yaşayan canlı türlerinin de yönetimi olduğunu ve bu sebeple fıtrî olduğunu ve fıtrata uygun olduğuna da dikkatimizi çeker ve şöyle der: “Karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler” (Nursî, Şualar, 570.) diyerek arıların, karıncaların fıtrî cumhuriyetçiliklerini nazara verir.
Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman zamanında Yemen hükümdarı olan Belkıs’ın Demokratik ve Cumhuriyetçi yönetiminden överek bahseder. Hazret-i Süleyman’ın ‘Büyüklük taslamayın ve emrime girin’ meâlindeki mektubunu alan Saba melikesi Belkıs’ın, karar vermeden önce kavminin ileri gelenlerini toplayarak mesele hakkında fikirlerini sorup görüşlerini almasını” (Neml, 27:26-35.) cumhurî ve demokratik yönetimin ifadesidir.
Peygamberimiz (asm) ve Hulefa-i Raşidin’in Cumhuriyetçi Yönetimi
Peygamberimiz (asm) şanlı sahabeleri ile Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’nin nüfusu 10 bin civarında idi. Bunların 3 bini Yahudi, 7 bini müşrik Evs ve Hazrec kabilesi idi. Müslümanların sayısı 300 civarında idi. Mekke müşriklerinin Medine’ye ültimatom vermesi ve baskınlar düzenlemesi üzerine Medine’yi ve halkını korumak için müşriklerin, Yahudilerin ileri gelenleri, Peygamberimiz (asm) ile beraber 47 maddelik bir “Sözleşme” hazırladılar. Evs, Hazrec ve Yahudiler birbirlerine güvenmedikleri için bu sözleşmenin yürütmesini “Muhammedü’l-Emin” olan Peygamberimize (asm) verdiler. Böylece Peygamberimiz (asm) yürütme yetkisini toplumdan almış oldu. Böylece siyasi hakimiyetin kaynağının toplum ve halk olduğu tebeyyün etti. Mü’minler imanları gereği Allah’ın emri olarak Peygamberimize (asm) itaat ederken Medine halkı olan “Müşrikler ve Yahudiler” sözleşme gereği Peygamberimize (asm) itaat etmiş oldular.
Peygamberimiz (asm) bu sözleşmeyi yürürlüğe koymak üzere Medine’de yönetim yetkisini toplumdan almış oldu. Ortada böyle bir sözleşme, yani Anayasa olduğu ve uygulmasını Peygamberimiz (asm) takip ettiği için sözleşmeye aykırı davranan Yahudiler Medine’den sürüldüler. Ortada sözleşme olduğu için Yahudilerin dostları olan müşrikler ve münafıklar onları savunamadılar.
Peygamberimiz (asm) uygulamada da daima “İstişare” ile hareket etmiştir. Bu istişarelerini duruma göre Yahudilerle ve Müşriklerle de yapmış ve Reis-i Cumhur vasfının gereğini de hakkıyla ifa etmiştir. Bediüzzaman bu sebeple “Hulefâ-i Râşidîn, hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler” (Şualar, 571.) buyurarak sahabenin yönetiminin de Peygamberimize (asm) ittibaen “Hürriyet, Liyakat, Meşveret ve Adalete” dayanan ve Cumhurun seçimi ile yönetime gelerek toplumu yönetmişlerdir.
Hakikat böyle olduğu için Prof. Kamil Miras “Meşveret esası Kur’ân’ın bir sûresiyle tesis buyurulup Resul-i Ekrem tarafından da istişare edilmek suretiyle tatbik olunmuştur. Bu meşveret sistemine Hulefâ-i Râşidîn tarafından da devam edilmiştir ve devlet reisi demek olan halifeler milletçe seçildiğinden İslâm medeniyetinde idare şekli cumhuriyettir” (Kazım Güleçyüz, Şeriat ve Demokrasi, 1995-İstanbul, s. 180) sözleri ile dile getirmiştir.
Osmanlı mütefekkirlerinden Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Eşref Edip, Tunuslu Hayreddin gibi pek çok İslâm alimi ve fikir adamı da o kelimelerin hakiki mânâları ile Kur’ân’a, sünnete, icma-i ümmete dayanan mezkûr mülahazaları nazara alarak cumhuriyetin, demokrasinin İslâm dinine aykırı olmadığını ortaya koymuşlardır. Diyanet İşleri başkanlığı da yapan Ahmed Hamdi Akseki, Sebilürreşad’ın 48. sayısında “İslâm dini mükellefiyeti temsil ettiği için istibdadın ve müstebitlerin en büyük düşmanıdır. İdare bakımından onun takip ettiği rejim cumhuriyet, bu günkü ifade ile demokrasidir” demiştir. (Sebilürreşad Dergisi, Sayı: 48.)
Günümüz İlahiyatçılarından Bekir Topaloğlu “Şeriat, çoğunluğun tercihine dayalı bir devlet modeli önerir. Bunu cumhuriyet olarak niteleyebiliriz. Bu model insanların temel hak ve hürriyetlerini tanıyıp benimser. ‘Değişmez Anayasa’ diyebileceğimiz sınırlı ilkeler mahfuz kalmak şartıyla demokrasiyi de kabul eder” (Şeriat ve Demokrasi, Topaloğlu, s. 52) sözleri ile ifade etmiştir. Adalet eski bakanı İsmail Müftüoğlu’nun tabiri ile “Demokrasi ve insan hakları, kaynağını şeriatın düzenlediği sistemden alır.” (Şeriat ve Demokrasi, Müftüoğlu, s. 147.) demiştir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Tebeddül-ü esmâ ile hakâık tebeddül etmez” (DHÖ, s.18.) buyurarak yönetimin özüne bakarak “Cumhuriyet ve demokrat manasındaki Meşrûtiyet ve Kanun-u Esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet,” (1 Mart 1325 / 14 Mart 1909, Volkan, Sayı: 73, Sayfa: 1-2; ESDE, Divan-ı Harb-i Örfi, s.47.) ifadesi ile telif etmiştir. İçeriğini de “Adalet, Meşveret ve Kanunda cemi kuvvet” olarak belirlemiştir. Özünde adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti varsa isminin meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi olmasının bir öneminin olmadığını ifade etmiştir.
Bediüzzaman Cumhuriyete değil, Cumhuriyetin tek adam rejimine ve istibdada alet edilmesine itiraz etmiştir. Mahkemede Cumhuriyet düşmanı iddiasına karşı kendisini savunurken Cumhuriyeti savunmuş ama istibdada alet edilmesini şiddetle itiraz etmiştir. “Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahat-ı mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla bizi perişan ederek hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbe vuruyorlar” (Şualar, 457.) demiştir.
“Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır” (Emirdağ Lahikası s. 193.) diye ideal bir vatanperver olduğunu gösteren Bediüzzaman 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Partinin idaresinde demokratik teamüller işlemeye başlayınca siyasî gelişmeleri takip etmiş, bizzat içine girmese ve talebelerinin kendi adına siyasete girmelerine müsaade etmiştir. Ayrıca zaman zaman siyasetçilerle ile görüşüp devlet adamlarına mektuplar yazarak çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur.
“Bediüzzaman hazretleri sorumlu bir vatansever olarak çok partili demokratik hayata geçildiği zaman Demokrat Parti’yi destekleyerek hem demokratik bir uygulama olan siyasî katılımda yerini almış, hem de nazarî olarak demokratik parlamenter sistemi “Vatan, Kur’ân ve İslamiyet namına” savunmuş, “hürriyet, adalet ve meşveret” prensiplerinin hayata geçmesini istemiştir.
Ahirzamanda Dinsizliğin İki Cereyanı Kuvvet Bulur
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Ahirzamanla ilgili hadisleri değerlendirir ve şöyle der: “Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir.” (Mektubat, 15. Mektup, s. 90.)
Süfyan münafıkane hareket edecek ve Müslümanları aldatacaktır. Peygamberimiz (asm) bu hususu haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.” (Mektubat, s.383; Hâkim, Müstedrek, 4:529-530; İbni Hibban, Sahih, 8:286.)
Özellikle İslam deccalı oaln ve Müslümanları aldatarak iş gören münafıkların reisi olan Süfyan siyasî dehasıyla ve siyasetle kanun namına hareket ettiği için onunla siyaset yoluyla mücadele edilmeyeceğini beyan eder. Bediüzzaman’ın 1922 yılında davet üzerine geldiği TBMM’den ayrılmasının ve “Euzu billahi mineşşeytani ve’s-Siyase” demesinin hikmeti budur. Bediüzzaman bu husus “Tarihçe-i Hayatta” şöyle ifade edilir:
“Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.’ tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem vilâyât-ı şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb’usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernabad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 233.) Bundan sonra gençliğin ve Müslümanların imanını muhafaza için Risale-i Nurların telifi ile meşgul olmaya başlar.
12 Eylül 1980 sonrası Mustafa Kemal’i sevdirmek için “Dindar Atatürk” imajı verilmeye başlandı ve okullarda “Zorunlu Din Dersi” konularak “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitaplarında Atatürk’ün dindar olduğu ve dine hizmet ettiği analtılmaya başlandı. Bunun için Atatürk tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı kullanıldı.
Daha sonra Atatürk ilkelerinden ve CHP’nin temel ilkelerinden olan ve 1937’de Anayasa’ya konulan ve 1982 Anayasa’sında “Anayasa”nın değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk dört maddesi içine konulan Laikliği Müslüman halka benimsetmek için “Laikliğin dinin gereği olduğu” anlatılmaya başlandı. Bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi Propaganda Kolu Başkanlığı görevi ile siyasete giren 1983’de, Halkçı Parti’den İzmir milletvekili seçilen Rüştü Şardağ: “Laiklik ve Atatürkçülüğü sömürmekle Kur’ân’ı çarpıtanları nasıl önleyeceğiz? Allah’ımıza ve Kur’âna eğilerek! Anayasamızın değişmez ve değiştirilemez olan maddelerini inceleyerek. Atamızın, Müslümanlığın gerçeğine nasıl saygıyla bağlı olduğunu öğreterek” (Milliyet Gazetesi, 13 Şubat 1994.) demektedir. Münafıkların hiçbir kutsalı olmadığı için her şeyi çarpıtarak istismar ettikleri gibi Kur’an ayetlerini çarpıtarak Laikliği dinin gereği imiş gibi anlatmayı siyasetlerinin devamı için gerekli görmüşlerdir.
Sonuç
Medeniyet; ‘medine’ kelimesinden türetilmiş olup, ‘şehirde toplu bir şekilde yaşamak’ anlamına gelir. Şehirde yaşayanlara medenî, köylerde, çölde ve çadırda yaşayanlara da bedevî denilir. Medeniyet, yardımlaşarak beraber yaşamak, şehirliliktir. İnsan tek başına yaşayamaz, diğer insanlarla bir arada yaşamaya mecburdur. Zira insan, kendi ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Onun için diğer insanlarla birlikte yaşaması, yardımlaşma ve böylece hayatını devam ettirmesi zaruridir. “İnsan fıtraten medenîdir” sözü bu manayı ifade etmektedir.
Bediüzzaman hazretleri “Kimin himmeti yalnız nefsi ise; o insan değil… Çünkü: İnsanın fıtratı medenîdir, ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile, hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.” (Tarihçe-i Hayat, Hutbe-i Şamiye, s.100.)
Din, Allah tarafından vaz’ olunmuş İlâhî mesajlardır. Amacı; akıl sahibi insanlara kendi iradeleri ve cehtleri ile hürriyet içinde saadet, maddi ve manevi terakki ve tekâmül yollarını göstermek, yaratılış gayelerini öğretmek, insanın Allah ile ve varlıklarla münasebetlerinin hukuk ve adalet çerçevesinde cereyan etmesini sağlamaktır. Din duygusu insanın hakkı arama meylidir ve fıtrî olarak her insanda mevcuttur. Temel insan haklarından olan “yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, aile hukuku, din ve vicdan, ilim ve ifade hürriyet ve hakkı” Allah’ın insana verdiği temel haklardandır. Bu sebeple bu haklar dokunulmazdır, hakların kısıtlanması ve engellenmesi haksızlık ve zulümdür. Bu hakların kullanımı ise kimsenin kimseye lütfu değildir. Devletin varlık sebebi de bu hak ve hürriyetlerin kullanımını adaletle sağlamaktır. Bu sebeple din insan fıtratının ve hayatın gerçeğidir. Din ve Vicdan Hürriyeti hürriyetlerin en önemlisidir. Bu hak ve hürriyetler özellikle Allah kelamı olan Kur’ân-ı Kerimde emredilmiştir.
Ne var ki, siyaseti dinsizliğe alet etmek isteyenler ve dini önce kamudan, sonra da Sekülerizm adına hayattan tamamen dışlamak isteyenler “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni ortadan kaldırmak ve laakal sınırlandırarak dini devletin denetimine vermek için “Laiklik” ilkesini ortaya atmışlardır. Bahane olarak da “Hıristiyan Katoliklerinin” “Teokratik” baskıcı bir yönetimle halka ve kralları istibdatları altına almalarından, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayarak maddi ve manevi gelişmeyi engellemelerini bahane etmişlerdir. Hak din olan ve Temel hak ve hürriyetleri güvence altına alan, akla ve insana değer veren ve adaleti emreden İslamiyet’in Laiklik ilkesine ihtiyacı yoktur.
İslam’ın “Hürriyet, istişare, adalet ve kanun hakimiyeti” prensipleri ile ortaya koyduğu ve uyguladığı yönetim Cumhuriyet ve Hürriyetçi Demokratik bir yönetim olduğu ve Teokratik olmadığı için Laiklik ilkesine ihtiyacı yoktur. Batıda da Fransa dışında ABD, Almanya, İngiltere gibi demokratik yönetime sahip ülkeler “Laikliği” anayasalarına koymamışlardır. “Din ve Vicdan Hürriyeti” uygulamada olduğu için ayrıca Laikliğe ihtiyaç duymamaktadırlar.
Bediüzzaman Said Nursi “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” buyurarak, ilkelerini de Kur’an ve sünnetten çıkararak devletin cumhuriyetin dini dışlayamayacağını savunmuştur. Laiklik adına dine ve dindarlara, özellikle “Din tedirisatı” yaptığı için Bediüzzaman’a yapılan işkenceli zulümler, hapisler ve mahkemelerde “Madem Laiklik prensibini benimsediniz, bu prensibinizle dini dışlayamaz, hayattan çıkaramaz ve vicdanlara hapsedemezsiniz. Zira din yalnız imandan ibaret değildir. Dinin ‘Salih amel’ kısmı da vardır. Hem laiklik dinsizlik olamaz. Öyle ise tarafsız davranın. Dinsizlere ilişmediğiniz gibi dindarlara da ilişmeyin” tavsiyesinde bulunmuştur. (Tarihçe-i Hayat, Denizli Mahkeme Müdafaası, s. 512.) ve “Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, laik manası, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükumet telakki ederim” (Tarihçe-i Hayat, s. 358.) demiştir.