M. Ali KAYA
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “yirmi senelik İslamiyet’in bir fedaisinin” “Hürriyet Rahman olan Allah’ın insana verdiği bir ihsanı ve İslam’ın hassası” (Münazarat, 1996, s. 59) olduğunu söylemektedir. Yirmi sene İslamiyet’in fedaisi olan elbette Bediüzzaman’ın kendisidir. İman, aklın ve iradenin tercihidir. Din insanları zorlamaz; akla kapı açar, ihtiyarı elinden almaz. Yani kişiyi hür ve serbest bırakır.
İslamiyet insan fıtratını esas alır. Fıtrat yaratılış demektir. Yaratan Allah’ın insana insanın ve kâinatın yaratılış amacını öğretmesidir. İslam’ın daveti umumi, hitabı umum insanlaradır. İslam sadece bir kısım hocaların ve fukaranın dini değildir. Umum âlemi yutacak, besleyecek ve birleştirecek kabiliyettedir. İslam’ı bir kısım mutaassıplara has göstermek yarı ehlini dışarı atmak insafsızlık ve cahilliktir. (Münazarat, 86)
Hürriyet, adalet ve eğitim dışında hiç kimsenin kimseye tahakküm etmemesi, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olması ve herkesin hukuku korunmasıdır. (Münazarat, 57)
Hürriyet imanın özelliği ve gereğidir. Zira iman bağı ile kâinatın sultanı olan Allah’a hizmetkâr olan adam, başkasını aşağılamaya ve zelil etmeye tenezzül etmediği gibi başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzeti ve imandan kaynaklanan kahramanlığı bırakmadığı gibi, başkasının hukuk ve hürriyetine tecâvüz etmeye dahi imandan kaynaklanan şefkati bırakmaz. Bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez, bir biçâreye tahakküme dahi tenezzül etmez. Demek iman ne derece mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. Asr-ı Saadet bunun en güzel delilidir. (Münazarat, 59)
Hürriyeti sadece siyasi bir kavram olarak görmemek gerekir. Kişi kendi hürriyetini makam sahibi olanlara, evliya olarak bilinen ve tanınan kimselere ve âlimlere karşı da hürriyetini korumak durumundadır. Onların meziyetleri kendilerini bağlar. Bu meziyetleri ile başkalarına tahakküm etmeye hakları yoktur. Bir insan ilim sahibine ilminden dolayı, makam sahibine makamından dolayı, züht ve takva sahibine de Allah’a olan yakınlığından dolayı saygı göstermekle mükelleftir. Ancak onların bunu beklemeleri ve talep etmeleri, gerekli saygı ve hürmeti göstermeyenleri cezalandırmaları ve haklarını vermemeleri zulümdür ve onların bu makamlara layık olmadıklarının delilidir. “Velayetin, şeyhliğin ve büyüklüğün şe’ni, göstergesi tevazû ve mahviyettir.” Tekebbür ve tahakküm değildir. Tekebbür eden, kendisini büyük gören sabiyy-i müteşeyyih, yani çocuklaşmış yaşlı sayılır. (Münazarat, 59-60)
Büyüklük tevazudadır. Kişinin makamı ve manevi olgunluğu ne derece yüksek olursa tevazuda o derece ileri olması gerekir. Zira her insanın sosyal hayatta bir mevkii vardır. manevi şahsiyeti bu mevkiden yüksek ise tevazu ile eğilerek görünür, şayet manevi yönden şahsiyeti daha bu olgunluğa erişememiş ise büyüklenme ihtiyacı duyar. Bu nedenle peygamberimiz (sav) “Allah kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir” (Camiu’s-Sağir, 3:337) buyurmuşlardır. Tevazu ise “hakkı ister düşman isterse çocuk kimden olursa olsun kabul etmek ve büyüklenmemektir” denilmiştir. (Münazarat, 60)
Bütün bu gerekçelerden dolayı kişi makam ve mevki, ilim ve fazilet sahibi olanlara makam ve mevkilerini, ilim ve faziletlerini şahsi çıkarları için kullanmamak ve bunlar kendi nefislerinden bilmemeleri için hür olmak ve maddi-manevi tahakkümlerine boyun eğmemek gerekir. Peygamberimiz (sav) “Allah birbirinize karşı tevazu ile davranmanızı bana vahyetti. Öyle ki hiç kimse kimseye karşı övünmeyecek ve hiç kimse kimseye zulmetmeyecek” (Müslim, Cennet, 64) yani tam bir hürriyet içinde hareket edecek.
Hürriyeti sadece kendi nefsimiz ve kendi halkımız ve müslümanlar için değil tüm insanlar için istemek gerekir. Nitekim Osmanlı Hürriyetin ve Meşrutiyet ile Ermeni ve Rumların da Müslümanlar gibi tüm haklardan yararlanmasını kabul edince bir kısım mutaassıp dindarlar din namına karşı çıktılar. Konu Bediüzzaman’a sorulunca Bediüzzaman “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer’î dir, yani dinin gereği ve emridir” diye cevap vermiştir. (Münazarat, 60)
Sonuç olarak hürriyet İslam’ın emri olarak her nevi baskı ve istibdadın ortadan kalkması için uygulanmaya başlayan ve insana şahsiyetini ve benliğini kazandıran bir hakikattir. Bediüzzaman “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” (Keşfu’l-Hafa, 2:463) hadis-i Şerifi gereği, “Şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” (Divan-ı Harb-i Örfî, 22) buyurarak izah etmiştir. Yirmi senedir rüyalarda hürriyetin geleceğini takip eden ve o sevda ile her şeyi terk eden (Münazarat, 55) Bediüzzaman Hürriyeti “Allah’tan başkasına ibadet etmemek ve Allah’tan başkasından yardım istememek” (Fatiha, 1:4) ve “Bir kısmınız Allah’ı bırakıp başkasını ilahlaştırmasın” (Al-i İmran, 3:64) ayetlerinin tecellisi olarak görür. Yani, Allah’a kul olan başkasına kul ve köle olmaz, kimsenin minnetine ve tahakkümüne boyun eğmez, kimseye tahakküme de tenezzül etmez. Tam hür bir insan olarak sadece Allah’a kul olur, herkesin baskı ve istibdadından kurtulur. Bu ise kuvvetli bir imanın gereği ve sonucudur.