M. Ali KAYA
GİRİŞ
Laiklik dinin siyasete, yani dünya menfaatine alet edilmemesi olarak kabul edilirse dini koruduğu için kabul edilebilir. Böyle bir yaklaşımın dine zararı olmaz, bilakis faydası olur.
Laikliğin ingiliz versiyonuna sekülerüzm denir.
İslamı sekülerizm veya laiklikle izah etmeye gerek yoktur. İslam islamdır. Ancak sekülerizmin ve laikliğin uygulamada din ve vicdan hürriyetine aykırı olarak algılanması ve uygulanması yanlıştır. Zira “Din ve Vicdan Hürriyeti” “Fikir ve Düşünce Hürriyeti” gibi temel insan haklarından birisidir.
İslam dünyevi ve siyasi bir cereyan olmadığı için “Dünyada üç sistem var, komünizm, kapitaliz ve İslam” söylemi ile İslamı dünyevi siyasi ve ekonomik sistemlerle beraber anmak ve açıklamak çok yanlıştır. Mantıkta buna “Kıyas-ı maal-farık” denir. Siyasal İslamcıların yanılgısı burada başlar.
İslamı siyasi ve ekonomik bir sistem olarak görüp inanç, ibadet ve ahlak boyutuna bakmadan siyasi ve ekonomik bir sistem şeklinde sunarak “İslamın karışmadığı hiçbir alam yoktur, her yere müdahil olur” demek İslam adına sağlıklı bir yaklaşım değildir. Zira “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun Suresi, 6) ve “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 255.) ayetlerini izah etmekte zorlanırız.
İslam akıl, mantık, usül ve kural dinidir.
İslam “hürriyeti” getirmiş, istibdadı ve köleliği kaldırmıştır. Bu sadece cennete ve cehenneme gitme, inanma ve inanmama hürriyeti ile sınırlamak doğru olmaz. Zira istibdadın önlenmesi ve köleliğin kaldırılması hukuki hürriyeti gerekli kılar. Hukukta adalet ilkelerine uymak bir zorunluluktur, aksi zulümdür ki dinin yasaklarının başında zulüm ve haksızlık gelir. Bu hukuki bir hürriyet olup yargı yoluyla zorlamayı gerekli kılar. Aksi insan haklarının ihlalidir. Hürriyet adaleti ve hukuku korumak için gereklidir, hürriyet hakkı kendi kendini yok etmek ve haksızlık ve zulüm yapmak için verilmemiştir. Dolayısıyla kişinin iyiyi yapma hürriyeti vardır, kötüyü ve yanlışı yapma hürriyeti yoktur. Bu ise “Hürriyetin” evrensel kuralıdır. İslam hürriyetini ruhbanlıktan da filozofların hürriyet anlayışından da ayıran bu adalet ve hakkaniyet anlayışıdır. Bunun daha ilerisi Bediüzzamanın ifadesi ile “Ne nefsine ve ne de başkasına zarar vermemektir.”
Demokrasi hak ve hürriyetlerin kullanılması, adalet ve meşveret kurallarının uygulanmasıdır. İhtisasa hürmet ve liyakate değer vermek gibi temel dini kuralların uygulama ortamının oluşmasını sağlayan sistemdir ve bu yönü ile dinin ve şeriatın gereğidir, Asr-ı saadetin uygulaması, cumhuriyetin de ruhudur.
İslamın Çoğulculuğa Bakışı
İslamın çoğulculuğa bakışını maddeler halinde özetleyecek olursak;
1. İslamda dünya işleri “iştişare” ile yürütülür. (Al-i İmran Suresi, 3: 159.) İstişarenin geniş kapsamlı olanına “Şura” denir. Kur’anda Şura Suresi vardır. Bu surede yüce Allah “Mü’minlerin işleri aralarında meşveret ve şura iledir.” (Şura Suresi, 42:38.) buyrulur. Şuralarda kararlar çoğunluğa göre alınır.
2. Peygamberimiz (asm) daima meşveretle hareket etmiştir. İstişarelerde kararlar çoğunluğa ve maslahata göre alındığı ve son söz ve karar genellikle istişareyi yapana ait olduğu için muhalefete ve farklı görüşlere daha çok yer verilmesi ve istişare üyelerinin hürriyetlerinin korunması önemlidir. Bu nedenle istişarelerde “konuşma ve fikir beyan etme dokunulmazlığının olması” şarttır.
3. Peygamberimiz (asm) kendi fikrinden vazgeçmiş ve çoğunluğun kararına uymuştur. Başta peygamberimiz (sav) olmak üzere seçkin sahabeler düşmanı şehirde karşılama fikrini ileri sürmüşlerdi. Münafıkların reisi olan Abdullah b. Ubey’in de görüşü bu istikametteydi. Ancak istişareye katılan ve Bedir Savaşına katılmayan gençlerin düşmanı Uhut’ta karşılama fikrini ileri sürdüler. Çoğunluk bu görüşte ittifak edince peygamberimiz (sav) de “Madem çoğunluk savaş istiyor, öyle ise savaşacağız!” buyurarak savaş kararı aldı. (Heysemi, Zevaid, 4:328.)
3. İstişare sadece inananlarla yapılmaz. Toplumu idare edenler toplumdaki farklılıkları dikkate almalıdırlar. Peygamberimiz (sav) Medine’de Yahudiler, Hrıstiyanlar ve müşriklerle istişare ederek onların ortak çıkarlarını dikkate alan ve korumayı amaçlayan bir “sözleşme” yapmıştır. Yapılan bu sözleşme büyük bir “uzlaşma” ile yapılmıştır. Hiçbir maddesi ne “dayatma” ile ve ne de “emr-i vaki” ile yapılmamıştır. Mü’minler imanlarından dolayı Allah’ın emri ile peygamberimize (sav) itaat ederlerken, inanmayanlar da “sözleşme” gereği peygamberimize (sav) itaat ettiler. Sonra bu sözleşmeye ihanet ettikleri için peygamberimiz (sav) Allah’ın emri ile hukukun gereği olarak ihanet edenleri cezalandırdı. Bu nedenle hainler cezaya boyun eğdiler ve “bize haksızlık yapılıyor” diyemediler. Diğerleri de Yahudilere haksızlık yapılıyor diye peygamberimizi haksızlıkla suçlayamadılar.
4. Mekke’nin fethinden sonra İslam Arabistan’a hâkim olduğu zaman herkese “af, adalet, hoşgörü” ile muamele edilmiştir. Hıristiyanlarla yeni sözleşmeler yapılmıştır. “Necran halkına” yapılan anlaşma hukukî bir metin ve tarihi bir vesikadır. Buradan yola çıkarak “Gayr-i Müslimlerle” anlaşma yapılabileceği ve bu durumda sözleşme şartlarına göre hareket edileceği anlaşılmaktadır.
5. İslam Müslüman olmayana da İnsanlıkta eşit olarak görür ve hukuk karşısında Müslüman ve gayr-i müslim eşittir. Hukukta esas olan Haktır. Peygamberimiz (asm) “Kim zımmıye eziyet ederse karşısında beni bulur.” (Ebu Davud, Harac, 31-33; Acluni, Keşfu’l-Hafa’ II, 218) buyurarak hakkı savunmuştur. Osmanlı döneminde gayr-i müslimlere azınlık hakları muamelesi yapılmıştır. Müslümanların yararlandığı pek çok haklardan mahrum bırakılmışlardır. “Kanun-i Esasi” ve “Tanzimat Fermanı” ile azınlıklara haklar verilince mutaassıp Müslümanlar azınlıkların pek çok haklardan mahrum bırakılmaları dinin ve şeriatın gereği imiş gibi algıladıkları için “şeriat” ve “din” adına karşı çıkılmıştır. Sonra da “şeriat elden gidiyor” denmiş ve “kanun-i esasiyi” kabul edenleri ve yapanları “tekfir” etmişler ve “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyen kâfirlerdir” (Maide, 5:44) ayetini de buna delil getirmişlerdir.
6. Meşrutiyet/Demokrasi ile Yahudi ve Hıristiyan milletvekillerinin “Meclis-i Mebusana” girmeleri sorulmuş ve “Gayr-i Müslimlerin oylarının ne değeri var ki meclise girecekler de onların görüşlerine ve reylerine başvurulacak?” diye sormaları üzerine Bediüzzaman “meşverette hüküm ekseriyete göre verilir. Ekser müslümandır. Mebusan hürdür, hiçbir tesir altında kalmamak gerektir. Demek hâkim İslamdır” şeklinde cevap vermiştir. Bediüzzaman ayrıca dünyevi meselelerde, teknik ve sanatta, ekonomik ve savunmaya yönelik tedbirler konusunda gayr-i Müslimlerin görüşlerine başvurulacağını da belirtir. “Saati yapmakta ve makineyi işletmekte sanatlar bir Haço ve Brehmen’in reyi muteberdir. Şeriat reddetmez” demektedir. Bir diğer husus da “Meclis-i Mebusanın” siyasi meselelerin ve iktisadî konuların görüşüldüğü ve konuşulduğu bir yer olmasıdır. Meclis-i mebusan ve parlamento dini meselelerin konuşularak fetvaların verildiği bir mekân olmamasıdır. Siyasi ve iktisadî meseleler ise çoğu sanat ve maharet isteyen konulardır. Amacı ahiret değil, dünyevîdir. Bu bakımdan gayr-i Müslimlerin reyleri bu konuda muteber ve geçerlidir. Reddetmemek gerektir” (Münazarat, 1993, s.41.)
7. Siyasetin temelinde çoğunluğun rızası ve çoğunluk yanılmaz prensibi vardır. Ancak bu hür ve eşit seçim ve hürriyet ortamında sağlıklı işleyebilir. Bu nedenle “Din ve Vicdan Hürriyeti” “Fikir ve Düşünce Hürriyeti” “Basın ve Propaganda Hürriyeti” ve eşitlikle sağlanabilir.
8. Siyaset bir sanattır. Sanat ise maharet ister. En basitinden bir duvara çivi çakmak için ustalık ister. Eline çivi ve çekici alan herkes çiviyi duvara kolayca çakamaz. Biri çiviye vuruyorum derken eline vurur, bir diğeri duvarı zedeler, bir başkası çiviyi eğer ve israf eder. Usta ise çiviyi eline alır, duvarın özelliklerini inceler ve buna göre nereye nasıl bir çivi çakılacağını çok iyi hesaplar ve buna göre çakar. Çiviyi çakmak ustalık isterse insanları idare etmek de maharet gerektirir. Herkes yapamaz. Bu nedenle yüce Allah “Ey İman edenler! Emaneti ehline veriniz” (Nisa, 4:58) emretmiştir. Sahabeler de “Bir cemaat herhangi bir makama daha layık olanı varken layık olmayanı getirirse Allah’a ve resulüne ihanet etmiş olur” demişlerdir.
9. Peygamberimiz (sav) ayrıca “Ümmetim dalalet üzere içtima etmez; sizler sevad-ı azama ve cemaate uyun” (Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, 1:1030; Mecmau’z-Zevaid, 5:218) buyurur. En kısa yol en doğru olan yoldur. Aynı şekilde en istikametli ve en doğru olan inanç da toplumun ve halkın ortak değerleri etrafında ifrat ve tefrite varan görüş ve düşüncelerden uzak durarak orta yolu ihtiyar etmesidir. Buna İslam muhakkikleri “İstikamet” ve “Sevâd-ı Azam” demişlerdir. Bu bakımdan inanç bakımından “Sevad-ı Azam” orta yolu ve istikameti muhafaza eden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.”
10. Sosyolojik olarak ekseriyet, daima azınlık ve marjinal grupları potasında eritir. Zamanla kendi bünyesinde sindirir. Bediüzzaman bu hususu “bir desti müteneccis su bir deryaya dökülse deryayı kirletmediği gibi kendisi de temiz olur” sözleri ile ifade etmektedir. Emeviler felsefe ile meşgul olan aristokrat elit bir tabaka idi. Mutezile gibi akılcı fıkraların doğmasına da sebep olmuşlardı. Samimi oldukları için zamanla ehl-i sünnet potasında erimişlerdir. Sevad-ı Azam potasında erimeyen marjinal kalan bir takım dalalet fırkaları ise zamanla din dışına çıkmış, hak yoldan ayrılarak Rafiziliğe kaymışlardır. Hurafeye dayanan inançlarından dolayı düşünce ve bilgi zaafına ve bu nedenle de batıl düşüncelere saplanmış kalmışlardır.
11. İslam’ın ilk üç asrında kendilerini ilme ve Kur’ânı anlamaya adayan ehl-i sünnet uleması inanç, ibadet ve ahlak bakımından bir usul ve metot geliştirerek istikameti bulmuşlardır. Ehl-i Sünnet dışında kalanlar bir metot ve usul geliştiremedikleri için İslam’ı anlama ve anlatma konusunda istikameti bulamamışlardır. O günden bu güne insanlık ve bilhassa Müslümanlar İslam’ı ehl-i sünnet ekolünden ve onların metodolojisinden talim etmektedir. Alevilik ise ilmi ve metodolojik temellerden yoksun kalmış ve sadece sözlü rivayetlere ve mitolojik hikâyelere münhasır kalmıştır. Alevilik dışında gerek Mutezile, gerekse Havaric fırkalarının gerek inanç gerekse ibadet hayatları ilmi bir temele dayanmamaktadır. Ehl-i Sünnet ise eşi benzeri olmayan ilimlere ve kaynaklara sahiptir. İnsanlığa pek çok konuda rehberlik ve önderlik yapmışlar ve yapmaya devam etmektedir.
Günümüzde “Ehl-i Sünnet” inanç ve itikadını tam olarak temsil eden, ilmi ve aklî delillerle, kitap ve sünneti esas alarak izah ve ispat ederek müdafaa eden Risale-i Nur eserleri, onun müellifi Bediüzzaman Said Nursi ve onun izini takip eden sadık talebeleridir. Diğer dini cemaat ve gruplar ehl-i sünnet dışı görüş ve düşüncelerden az veya çok etkilendikleri her bakımdan kolayca görülmektedir. Bu onların düşünce ve sosyal ve siyasi hayatlarına da yansımaktadır. Bediüzzaman ayrıca günümüzde Hz. Ali’nin (ra) manevi evladı olarak onun misyonunu takip etmektedir. Gerek Aleviliği temsil eden marjinal gruplar Hz. Ali’yi anlamadıkları gibi yardımcı da olmamışlardır. Emeviliği temsil edenler de zaten saltanat kavgasında Hz. Ali’nin (ra) karşısında yerlerini almışlardır.
Çoğunluğun İradesi ve Demokrasi
Peygamberimiz (sav) hadislerinde çoğunluğun yanlış üzerinde ittifak etmeyeceği ve istişarede yanılmayacağı haber verilmektedir. Gerçekten de insanın fıtratı mükerrem olduğu için yanlışta ittifak etmezler. Ancak hak ve maslahat birliği sağlar, haksızlıkta ittifak olmaz ve insan fıtratı haksızlığa isyan eder.
Medine’de hurmaların aşlanması konusunda peygamberimiz (sav) sahabelerine “Siz dünya işini benden daha iyi bilirsiniz” (Heysemi, Zavâid, 1:179) buyurarak dünyaya ait işlerin ihtisasa ve maslahata bina edildiğini ve işin uzmanlarınca daha iyi bilineceğini belirtmiş “Bana ahirete ve dine ait şeylerden sorun” buyurmuşlardır.
Aynı şekilde insanların durumlarına göre idare edileceğini söylemiş ve “Sizler nasıl olursanız idarecileriniz de öyle olur. Siz nasılsanız o şekilde idare edilirsiniz” (Keşfu’l-Hafa, 2:279) buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerif “neye layıksanız onu bulur ve o şekilde idare edilirsiniz” manasını da içermektedir. Her şeyde olduğu gibi idare konusunda da liyakat esastır. İnsan layık olduğunu bulur. Atalarımız tecrübelerin kendilerine öğrettiği şekilde “layığı olmayanın layığı odur” demişlerdir.
Peygamberimiz (sav) ayrıca “Ümmetim dalalet üzere ittifak etmez” (İbn-i Mace, 2:1303 H. No:3950) buyurmuştur. Ümmet iki anlama gelmektedir. Birincisi heva ve hevesle hüküm vermeyen ümmetin bilginleridir. Bir asırda buluna İslam bilginlerinin bir konuda ittifak etmesi o hükmün hak ve isabetli olduğu konusunda “Ümmetin İcması” sayılır ve bu dinde dört temel delilden birisidir.
İkincisi, inanan ve inanmayan bu asırda yaşayan bütün insanlardır. İnsanların hepsi peygamberimizin (sav) ümmeti sayılır ve insanların çoğu yanlışta birleşmez. Bundan dolayı sosyologlar ve siyasiler “çoğunluk yanılmaz” kuralını koymuşlardır. Demokrasinin temel felsefesi de buna dayanmaktadır. Batıda mahkemelerde “Jüri” denen seçilmiş bir grup insan hâkimin hüküm vermesine yardımcı olmaktadırlar. Hâkim suçu tespit ederken jürinin onayına başvurmakta ve çoğunluk zanlıyı suçlu bulduğu takdirde ceza uygulamaktadır. Bu da yine çoğunluğun hak ve maslahatta ittifak edeceği” tezine dayanmaktadır.
Bununla beraber yalan ve yanlış bilgiler ve propaganda ile çoğunluk aldatılabilir; ama gerçek ortaya çıkar ve çoğunluk her zaman aldatılamaz. Peygamberimiz (sav) ayrıca “Ümmetimin güzel gördüğü Allah katında da güzeldir” (Müsned-i Ahmed, 1:379) buyurur. Burada ümmetten maksadın “ümmetin seçkinleri olan ve heva ve hevese göre hareket etmeyen” hukukçu âlimleri ve bilginler olduğu ifade edilmiştir. Yoksa heva ve hevese göre hareket eden ve çıkarı peşinde koşan avam-ı müslimin kastedilmemiştir.
Peygamberimiz (sav) “Bir millet istişare ettiği sürece zillete düşmez” (Tirmizi, Fiten, 7) buyurmaktadır. Milletin istişaresi elbette fertlerin istişaresi gibi değildir. Milletin istişaresi seçim ve oy kullanmak şeklinde olur ki bu da demokrasi idarelerinde mümkün olur. Demokrasi yoksa seçim de olmaz, insanların iradeleri de tecelli etmez. Bu nedenle hadis-i şerifi bu manada yorumlamak daha isabetli olur. Nerede demokrasi kemaliyle işler, hür seçim ve hür parlamento ile devlet idare edilir, milletin iradesi meclise yansır, temsilde adalet sağlanırsa o millet zillete ve sefalete düşmez. Cumhuriyet, cumhurun, yani halkın temsilcileri ile yönetime katıldığı çoğulcu bir sistem olduğunda şüphe yoktur. Demokrasi ise hür seçim ve muhalefetin de bulunduğu daha gelişmiş bir cumhuriyettir. Ortak noktalarını idarenin halkın hür iradesi ile belirlenmesi oluşturur.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri çoğunluğun “İcma-i Ümmeti” temsil ettiğine dikkatimizi çeker ve “İcma-i ümmet şeraitte bir delil-i yakînîdir. Rey-i Cumhur şeraitte bir esastır. Meyelân-ı ümmet şeraitte muhterem ve muteberdir” (Münazarat, s. 26) demektedir. Kendisini “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” (Tarihçe-i Hayat, 332) diye tarif eden ve dört halifeye “Cumhurreisi” unvanını veren Bediüzzaman “Hulefa-i Raşidin hem halife, hem hem reis-i cumhur idiler. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyyeyi taşıyan manay-ı dindar cumhuriyetin reisleri idiler” (Şualar, 304; Tarihçe-i Hayat, 332) demektedir. Böylece çoğunluğun idaresinin adaleti, hürriyeti sağlayacağı anlaşılır ki demokrasi buna dayanır.
Sonuç: Demokrasiyi küfür, kendilerini ümmetin seçkinleri gören, İslamı da bir grubun keyfi ve baskıcı yönetimi olarak anlayan ve algılayan “ulema-i su” ve “siyasal islamcılar” “İslam çoğulculuğu kabul etmez” diye mü’minlerin demokrasi talebine karşı çıkmaktadırlar.