M. ALİ KAYA
Giriş
Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki en belirgin fark siyasidir ve yöneticinin seçimle tayin edilip edilmemesi konusudur. Ehl-i Sünnet Kur’ân-ı Kerimin “Meşveret” emrine uygun olarak hilafetin seçimle sabit olacağı ve halifenin seçimle tayin edileceğini, Hulefa-i Raşidin’in seçimle tayin edildiğini ifade etmişlerdir. Şia ise halifenin atama usulü ile ve tayin edilerek halife olacağını iddia ederler. Şia’ya göre Peygamberin görevlerinden birisi de yerine birini tayin etmesidir. Peygamberimiz (asm) de “Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir” ifadesi ile Hz. Ali’yi yerine halife tayin etmiştir; ancak “Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman (ra) Hz. Ali’nin bu tayinini kabul etmemişlerdir. Hz. Ali de (ra) onlardan korktuğu için bu duruma ses çıkarmamış ve “Takıyye” yapmıştır. Bu sebeple takıyye yapmak vaciptir” gibi iddialarla kendi tezlerini savunma yoluna gitmişlerdir. Bir yanlışı savundukları için de pek çok yanlışları beraberinde getirmiş ve bu yolla yanlışlar çoğalmıştır.
Ehl-i Sünnetin Hilafet Görüşü
Şia bu iddialarıyla Hz. Ali’yi gerçekte sevmediklerini de göstermiş olmaktadırlar. Zira onlar Hz. Ali’yi (ra) korkaklıkla itham ettikleri gibi haksızlık karşısında suskun davranmak gibi kusurlarla da ittiham etmektedirler. Halbuki Hz. Ali (ra) gibi şecaat kahramanı ve hakkı müdafaa için hayatını hiçe sayan bir mücahid-i ekbere büyük bir haksızlıktır. Ehl-i Sünnet ise Kur’an, Sünnet ölçüleri ile hareket ederek hissiyatlarını katmamışlar, hak ve hakikati ortaya koymuşlardır.
İmam-ı Azam Ebu Hanife de (ra) “Hilafet seçimle sabit olur. Halife müminlerin icmaı ve meşveretiyle hilafete getirilir” der. (M. Ebuzehra, Ebu Hanife, 256.) İmam-i Şafii (ra) “Hz. Ebubekir’e (ra) Medine’de bulunan 33.000 sahabe biat ederek icma-i sahabe ile seçtiklerini, buna Hz. Ali’nin (ra) ve Haşimî’lerin de itiraz etmeden ittifakla kabul ettiklerini” haber verir.
Müfessirler Bakara Suresi 246. Ayet-i kerimesinin tefsirinde “Reis-i hükümetin tayini nâsın hakkı olup, evvelemirde hâkimiyetin milletin hakkı olduğu, fakat reisin tayininden sonra umur ve hususâtın reise tevdii lüzumunda bu ayetin delalet ettiğini” (M. Vehbi Efendi, Hülasatu’l-Beyan, 1:444.) ifade ederler. Yine “Emanetin ehline verilmesini” emreden ayette yüce Allah’ın “Devlet idaresini ehl-i imanın layık olana vermek istediği, bunun da ehl-i imana yüklenmiş bir vazife olduğunu belirtirler.” (Nisa, 4:58-59; Elmalılı Tefsiri, 2:1372; Tecrid-i Sarih, Babanzade Ahmet Naim, 12:313.)
Seçim iki şekilde olur. Ya doğrudan halkın seçmesi veya halkın temsilcilerinin yani “Ehl-i Hal ve Akd” tarafından liyakatli adaylar arasından halifenin seçilmesi yoluyla gerçekleşir. Bu da tek dereceli veya iki dereceli seçim sistemi ile yapılır. Hulefa-i Raşidin’in seçimi “Doğrudan Medine halkın seçimi, diğer beldelerden ise temsilcilerinin gelip halifeye biatını bildirmesi yoluyla” olmuştur. Bu konuda seçme ve seçilme hakkı halka ait olduğu gibi, reisi seçmek ve azletmek de yine halkın veya temsilcilerin görevi olduğunu ifade ederler. (Hülasatu’l-Beyan, 1:444.)
Hilafet Nedir?
Peygamberimiz (asm) “Benden sonra hilafet otuz senedir.” (Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4:272; 5/220, 221.) “Bundan sonra ısırıcı saltanat gelecek. Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da -dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (Ahmed b. Hanbel, 4:273; Mektubat, 103.) buyurarak seçimle devlet başkanının seçiminin otuz sene süreceğini sonra ısırıcı saltanata geçileceğini gayb-aşina gözüyle görmüş ve haber vermiştir. Bu hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) seçimle halifelerin belirlendiği sistemi “Hilafet” olarak isimlendirmiş, sonrasını “saltanat” olarak ifade etmiştir. Saltanatın da “ısırıcı” yani zulme dayanan bir sistem olduğunu haber vermiştir. Bu sebeple İslam alimleri “Meşru bir hilafetin bazı şartlarının olduğunu, zora ve cebre dayanan yönetimin ise hilafet olarak himaye edilemeyeceğini kabul etmişlerdir.” (Umumî Amme Hukuku, s.244.)
Asrımızın en büyük alimi Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu konuda son sözü söyler ve özetle şöyle der: “Halife, cemaatin ruhu olan şahs-ı maneviye dayanmakla vazife görebilir. Bu teveccüh-ü âmmenin kazanılması bakımından şarttır. Teveccüh-ü âmme ise İslam kültürüne ve şeâir-i İslam’a bağlı kalmakla ve ona uygun hareket etmekle kazanılır. Onun icabını yerine getirmekle mümkün olur” (Mesnevi-i Nuriye, s.86-87.) Bediüzzaman bu fikirlerini 1922 yılında çağrılığı TBMM’de milletvekillerine ifade etmiştir.
Bu ifadelerden hilafetin liyakat esasına göre seçimle idareciyi belirleyen, meşveret ve adaleti esas alan, halifenin de keyfî değil, “kanun hakimiyetini” sağlayan bir konumda olduğunu, kanunların ise “Kur’an, Sünnet, İçtihat ve Maslahat” esaslarına göre “İcma ve Kıyas” yoluyla bir “Meclis-i Mebusan” tarafından yapıldığı akılcı bir sistem olduğunu anlıyoruz. Bediüzzaman bu hususu da “Müslümanların bir meselede ittifakı şeriatta bir delil-i yakînîdir. Ekseriyetin görüşü şeriatta bir esastır. Umumum temayülü dinde muteber ve muhteremdir” (Münazarat, 40.) ifadeleri ile açıklar. Zira Peygamberimiz (asm) “Müslümanların güzel gördüğü Allah katında da güzeldir” (Ahmed b. Hanbel, 1:379.) buyurur.
Bütün bu deliller ispat ediyor ki hilafet seçim sistemidir. Halifeyi halk seçimle iş başına getirir ve hilafeti halkın temsilcileri olan “Meclis” temsil eder. Halifenin millet ve halk tarafından murakabe edilmesi ve halifeye hesap sorulması da ayet, hadis ve icma-i sahabe ile sabittir. (İslamiyet ve Milletler Arası Hukuku, s.39-43.)
Halife Halka Karşı Sorumludur
Osmanlı Meşrutiyet Dönemi’inde “Kanun-i Esasi”den sonra bir heyet tarafından hazırlanan “Mecelle-i Ahkâm-ı Sultani” adı verilen yasalara göre “İmamın (halifenin) raiyyet üzerinde tasarrufu maslahata masnuddur” denilmekte ve halifenin keyfî hareket edemeyeceğini açıklar. Halife Allah’a karşı sorumlu olduğu gibi Allah korkusu ve ahiret duygusu yanında halka karşı da sorumlu olduğu belirtilir.
İmam Maverdî’nin “Ahkâm-ı Sultaniye” isimli eserinde belirttiği gibi halife Allah’tan korkmalıdır. Zira “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Millete hizmeti esas almalıdır. Zira “Kavmin efendisi ona hizmet edendir.” İyiyi emretmeli ve şerri engellemelidir. Zira, “Umerâ emr-i maruf ve nehy-i ani’l-münkeri yapandır.” İnsanlara faydalı olmalı. “İnsanların hayırlısı insanlara hayırlı olandır.” Adaletle hükmetmelidir. “Allah adaleti emretmiş, zulmü yasaklamıştır.” Hilafete ehil olmalıdır. Zira yüce Allah “Emaneti ehline verin ki adaletle hükmetsin” (Nisa, 4:58-59; Elmalılı, 2:1372.) emreder. Peygamberimiz (asm) “Devlet makamı millet tarafından ehline verilmediği zaman maddi ve manevi kıyameti bekleyiniz” (Tecrid-i Sarih, 12:313.) ferman eder.
Tüm bu deliller gösteriyor ki, “seçim” İslam idarî teşkilatının vazgeçilmez bir esasıdır. Şurânın en gelişmiş biçimidir. (Âl-i İmran, 3:159; Şura, 42:38.) Meşveret ve seçim de idarî meşruiyetin esasıdır. Halife ancak seçimle gelirse meşru olur. Saltanat dönemindeki idarecilerin kendilerine “Halife” unvanı vermeleri yönetimde otoriteyi sağlamak ve yönetimlerine dinin gücü ile güç vermek içindir. Yani, gerçek hilafet değil, hilafeti bir “unvan” olarak kullanmış olmalıdır.