M. Ali KAYA
Devlet otoritesini evrensel değerler çerçevesinde Liberal söylemlerle eleştiren “Genç Siviller” ile dini değerlerle “İstibdadın her nevine karşı” tavır alan “Dindar Gençler” arasında birliktelik hızla güçlenmektedir. Her iki kanadın birbirlerine yakınlaşmaları gelecekte “Liberal ve Demokrat” bir çizgide bir araya geleceklerinin bir göstergesi sayılabilir.
2000’li yıllardan günümüze Komünizmin iflası ve baskıcı ve ırkçı rejimlerin toplumları felaketten felakete sürüklemesi ve devlet otoritesiyle bireyleri motive etmesi, kabiliyetlerini geliştirmesinin mümkün olmadığının görülmesi ve “Gönüllülük” esasına dayanan “Sivil Toplum Kuruluşlarının” insana yaklaşımının daha etkin olması “Sivilleşme” “Özgür Düşünme” ve “Kalkınma” konularında gözleri “Liberalizm ve Hürriyet” kanadına çevirmiş gözükmektedir.
Toplum içinde yaşamak zorunda olan insanların mutlak olarak yönetime ihtiyaçları vardır. Genel olarak iki nevi yönetim şekli vardır. Birincisi yönetilenlerin birer robot olarak görülmesi ve idare edenlerin baskı ve zorla iyiye yönlendirmesi gerektiği düşüncesi ki buna “İstibdat” adı verilmektedir. İkincisi ise, yönetilenlerin de birer insan olduğu varsayılarak düşüncelerine değer verilmesi ve kendilerini ilgilendiren konularda fikirlerine müracaat edilmesi ve kabiliyetlerinin farkına varılarak bunların geliştirilmesine yönelik olarak yönetime katılmalarının sağlanmasıdır ki buna da “Hürriyet ve İstişare” denilmektedir. Böyle bir yönetim şekli de batıda “Liberal ve Demokrat” doğuda ise “Meşrutiyet ve Hürriyet” idareleri denilmektedir.
Bu iki nevi idare bağlamında İslam’ın yeri elbette bireyin kabiliyetlerini nazara almayan ve baskı ile idaresini esas alan istibdat olamaz; bilakis insanın yaratılış amacına uygun olan hürriyet içinde kabiliyetlerini ve gelişimini dikkate alan ve buna engel olan, yani bireysel hak ve özgürlüklerin kullanımını engelleyen her nevi istibdadın karşısında yerini alacaktır. Bu ise Liberal ve demokrat düşüncenin yanında olmak anlamına gelmektedir. Bu bakımdan dindarların liberallerle ve demokratların birbirlerine yakınlaşmasını anlamlı kılmaktadır. Tabii ki bu durum “İslamı istibdada müsait gören” zihniyeti rahatsız etmektedir.
İslamı istibdada müsait gören bu zihniyetin kendilerine göre Liberalizme ve Demokrasiye karşı geliştirdikleri argümanları ve gerekçeleri vardır. Bunların başında liberalizmi “iman ve tefekkür, ahlak ve irfan” bağlamında değerlendirerek imanlarını ve ahlaki hayatlarını koruma endişesinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre “Liberalizm” bizim inancımızı ve ahlakımızı bozar. Bu açıdan imanımıza, tefekkür dünyamıza, irfanımıza ve ahlakımıza zarar verir. Ayrıca liberalizmden kaynaklanan “Kapitalizm” Müslümanların “seküler” yani din dışı bir sosyal hayatın sebebidir. Bu da kulun Allah’a kulluk bilincinin kaybolmasına neden olur.
Bana göre bu bakış açısı sakattır. Zira kişinin aklına, kalbine ve tefekkür dünyasına hitap eden İslam’ın inanç sisteminin, dünyaya, amele, ahlaka ve mü’minin ibadet hayatına etkisi, şayet bu iman hakikatten, sahih ve sağlam bir imandan kaynaklanıyorsa hiçbir zaman dünyevi kaygı ve endişeler, çalışma hayatı ve kapital, yani para ve servet bozamaz. Bilakis ne kadar zenginlik ve refah olursa dini hayat o kadar canlı ve güçlü olur. İslam’ın inanç ve tefekkür dünyası doğru olursa dünya ve mal, makam ve servet onu bozmadığı gibi imana ve bu tefekkür ve irfan dünyasına daha çok katkı sağlar. Her şeyden önce ilim ve irfan, tefekkür ve sanat, ahlak ve fazilet imanın kuvveti ölçüsünde İslami düşünce ve hayatın gelişimine katkı sağlar. Fakir ve muhtaç, aç ve perişan bir toplumda ilim ve irfan, tefekkür ve sanat gelişmez.
Liberalizm inananları dinden uzaklaştırmaz, bilakis kalp ve vicdanlarda hakim olan dinin ve imanın gücüne ve kuvvetine göre dinin sosyal hayata dahi iyi bir şekilde yansımasına büyük bir katkı sağlar. Zira iman, amele ve ahlaka güç verir.
Liberalizm her şeyden önce dinin alternatifi değildir. Din iman demektir ve Liberalizmin dinin yerine geçecek bir “Amentüsü” yoktur. Ama ne ki dinin “İman ve İnanç” boyutunu “Tahkiki İman” seviyesinde bilmeyenler ve sadece kuru bir inanç ile ve zorlamaya dayanan “İbadet ve Ahlakî Hayatı” kişinin ferdi ve sosyal hayatına yansıtma çabasında olanlar “Hürriyet” ortamının buna zarar vereceği endişesini ister istemez taşımaktadırlar. Gerçekte ise din ne bir ideolojidir ve ne de ekonomik ve siyasi bir sistemdir. Her şeyden önce hakikate, akla ve ilme dayanan iman, imandan kaynaklanan zengin bir tefekkür, din ve dünya, din ve ilim bütünlüğüne dayanan geniş bir ilim ve hikmet, din ve ilimden, ruh ve beden, dünya ve ahret bütünlüğünden ve dengesinden kaynaklanan ibadet ve ahlakî boyutları vardır ki hiçbir felsefi ve dünyevi sistem bunu zedeleyemez. Bütün dünya dini ortadan kaldırma amacına yönelik bir araya gelseler zerresine zarar veremezler. Hakikat haktı ve hakikatten nemalanan hiçbir şey harici bir tecavüzle sarsılmaz. Ancak kişi nefsanî ve dünyevi heveslerle ya cehaletinden veya hevesinden dinin bu engin ve zengin yönünden ya cahildir veya gafildir.
Bu bakımdan “Liberallerin din ile bir problemi yoktur” diyen Atilla YAYLA’yı bu konuda çok haklı buluyorum.
İslam Köleliği Kaldırmıştır
“Allah’ın hür olarak yarattığı bireyi köle yapmak doğru değildir” diyen Hz. Ömer ile “Hürriyet imanın hassasıdır ve Allah’ın insana en büyük ihsanıdır” diyen Bediüzzaman hürriyet konusunda aynı noktaya parmak basmaktadır. Allah insanı hür, irade ve akıl sahibi olarak yaratmıştır. İradenin gereği seçim yapmak ve hiçbir tesir altında kalmadan tercih yapabilme kabiliyetidir ve insana has bir özelliktir. Ancak insan iradesini sınırlayan ilim, iman ve akıldır. Zira hürriyet “iyi olanı” yapmak içindir. “Kötü olanı yapma hürriyeti” yoktur. Yani hürriyet kötüyü yapmak, zulmetmek ve hak yemek için kullanılamaz.
Hürriyet hakkı insana ait bir haktır. Hürriyetin kullanımı da insanı insan yapan en önemli husustur. Hürriyet, iradenin kullanımı ve insanı birey yapan ve Allah’ın her ferde verdiği özel kabiliyetlerin gelişimini sağlayan en önemli husustur.
Hür olmayan insan iradesini kullanarak Allah’a ibadet etmede “ihlâs” sahibi olamaz. Hürriyet olmazsa zorlama olur. İnsanın kabiliyetlerini ortaya çıkarması ve kendisini geliştirerek birey olması hür olmasına bağlıdır.
İlmî gelişmeler, ekonomik gelişimin temelinde, girişimciliğin ve cesaretin arkasında hep ferdî hürriyetin kullanımı vardır. Özgür olmayan bireyler ne ilmî ne siyasi ve ne de ekonomik gelişme ve ilerleme kaydedemez. İlmî gelişmelerin, kültürel ve sanatsal gelişimin, ekonomik kalkınmanın motoru hep hürriyettir. İslam dünyası siyasi ve fikri hürriyetin bulunduğu ilk üç asırda çok büyük bir gelişme kaydetmiştir. Daha sonra gerilemenin en büyük sebebi de istibdat idareleri, hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasıdır.
Müslümanların gerilemesinin sebebi hürriyetlerin kısıtlanması, batılıların gelişmesinin temelinde ise “Hak ve Hürriyetlerin” kullanımı ve istibdat idarelerinden kurtulmaları vardır. Batıda ekonomik zenginliğin temelinde de serbest piyasa ekonomisine geçmiş olmalarıdır. Adam Simit’in “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ve “insanlar kendi çıkarlarını daha iyi bilirler” felsefesi hürriyet içinde kalkınmanın felsefesini oluşturmuştur. Zenginliğe giden yolu bu felsefî düşünce açmıştır.
İnsan fıtratı özgürlüğe âşıktır. Bu nedenle en küçük bir baskıyı kaldıramaz. Kendisine hakaret edilmiş kabul eder. Buna gurur ve şahsiyet de dense bunun sebebi hürriyete olan düşkünlüğüdür. Fikrine ve kendisine saygı duyulmasını ister. Kendisini baskı altında hisseden bir insan kendisini değersiz, ezilmiş ve itilmiş olarak görür ve böyle bir insanın hiçbir kabiliyeti gelişmez ve silik bir insan olur. Ezilmişlik ve itilmişliğin verdiği psikoloji ile eline fırsat geçtiği zaman da başkalarını ezmeye başlar. Hasbelkader idareci olursa iyi bir diktatör ve zalim bir idareci olur. Sonra kutsal değerleri ve islamiyeti kendi zulüm ve istibdadına alet etmeye başlar.
Burada anlatmak istediğimiz sebeplerle asırlar boyu istibdat idarelerine mahkûm olanlar istidadı dinin gereği gibi algılamaya başladılar ve hürriyeti nefsanî aruzları tatmin etme aracı olarak görme eğilimine girdiler. Vaizlerin ve mutasavvıfların nasihatleri ve telkinleri de hep bu yönde oluyordu. Nefsi terbiye etmenin yolu onu baskı altında tutmaktan geçtiğinin telkini yapılıyordu. Bu durumda hürriyet nefsin arzularına uymak ve esaretine girmek olarak algılanıyordu. Gerçekte ise nefis “Marifetullahı” en iyi bir şekilde anlamak için insana verilen en değerli bir hediye ve nimettir. Yaratılış amacına uygun nefse ait vazifelerin yapılması ile insan “insan-ı kâmil” mertebesine yükselebileceği ehl-i hakikat olan din bilginlerin, sahabelerin ve tabiinden olan İslam muhakkiklerinin hayatları ve izahları ile sabittir.
Hak ve hürriyetlerin korunması hürriyetin sosyal ve siyasi hayatta hâkim olmasına, yasaların bireysel hak ve hürriyetleri güvence altına almasına bağlıdır. Ticarette hakkın korunması, emeğin hakkının verilmesi ve aranması yine yasaların bireyin emeğini ve hakkını koruma amacına uygun yapılmasına bağlıdır. Adaletin sağlanması, halkın adalete yardımcı olmalarına, bu da yasaların adalete yardımcı olanları korumasına ve bu da bireysel hak ve hürriyetlerin kanunlarla ve yasalarla korunmasına bağlıdır. Nereden bakarsak bakalım hürriyetin olmadığı, hak ve hürriyetlerin korunmadığı bir yerde ne bireysel özgürlükten ve ne de adaletten söz edemeyiz.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Adaleti” emrederken “hak ve hürriyetleri koruyun” emrini vermiştir. Hürriyetin olmadığı yerde zaten adalette söz edilemez. Adalet ve hürriyet arasında telazum vardır; biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir. Bu nedenle Mustafa AKYOL’un “Müslümanlar, hukuk mücadelesini büyük ölçüde liberal özgürlük anlayışına dayanarak vermişlerdir” sözüne katılmamak mümkün değildir. Zira Bediüzzaman’ın dediği gibi “İstibdattan herkesten ziyade biz Müslümanlar zarar görmüşüzdür.”
Hürriyeti liberal olan ve olmayan diye ayırmaya gerek yoktur. Hürriyet hürriyettir ve bireyin hak ve hürriyetlerinin korunması ve adaletin temin edilmesi anlamındadır. Gerçek hürriyet bireyin her türlü baskıdan korunması ve Allah’tan başkasına boyun eğmemesi anlamına gelmektedir. Kur’an bunu “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Esirgeyen, bağışlayan, yaratan, rızık veren ve tüm ihtiyaçlarımızı karşılayan O’dur. Allah’tan başkasına boyun eğmeyiz ve Allah’tan başkasına dayanıp güvenmeyiz” (Fatiha, 1:1-4.) ayetleri ile en açık ve veciz bir şekilde ifade etmiş ve mü’minlerin böyle olmalarını istemiştir.
“Liberalizmdeki hürriyet ayrıdır, islamdaki hürriyet ayrıdır” ve “İslam liberal hürriyete karşıdır, bireysel hürriyeti destekler” gibi esastan uzak ve polemik konusu hususlara girmek istemem. Hürriyet, dini seçme hürriyetini, ilim ve fikir hürriyetini ve bilumum hak ve hürriyetleri içine alan çok geniş bir kavramdır. İnsanın hakkı olan her şeyi kapsamına dâhil eder. Herhangi bir hakkının gasbı veya ihlali haksızlık, adaletsizlik ve zulüm olduğu gibi, hürriyetini de kısıtlayan bir durumdur. Bu nedenle hürriyet hiçbir yönden kısıtlanamaz ve sınırlandırılamaz. Hürriyeti sınırlayan yine bir başkasının hürriyetini kısıtlamama ilkesidir. Bir insanın hürriyet sınırı bir başkasının hürriyet alanına tecavüz etmemek ve onun da hak ve hürriyetini savunmak ve korumaya çalışmak şeklinde anlaşılmalıdır. Yani hürriyet insana bir başkasının hakkına ve hürriyetine tecavüz etme hakkı ve hürriyeti vermez. Hatta islamın hürriyet anlayışında “Ne nefsine ne de başkasına zarar vermemek” ilkesi vardır. Dolayısıyla İslam’ın hürriyet anlayışında insanın kendi nefsine zarar verme hakkı ve hürriyeti de yoktur. Bu husus ayrı bir yazının konusudur.