M. Ali KAYA
Halkın kendisini idare edeceği temsilcileri seçmesi ve temsilcilerin de mecliste çıkardığı kanunlar ile milleti idare etmesine “Meşrutiyet” denir. Osmanlı devleti 23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyeti ilan etmiş ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesine kadar Meşrutiyet ile idare edilmiştir.
Meşrutiyet dönemi, Osmanlı devletinin Anayasal Parlamento sistemi ile idare edildiği dönemdir. Bu 1876-1922 dönemini kapsar. Arapça “şart” kökünden türeyen “Meşrutiyet” XIX asrın ikinci yarısında Osmanlı siyasi hayatında “Anayasalı meclisli saltanat ve hilafet rejimi” olarak uygulanmıştır ve “Anayasal Parlamento Sistemi” olarak Osmanlı siyasi literatürüne girmiştir. Osmanlı edipleri ve siyasileri buna “Usul-i Meşveret” demişlerdir. “Kanun-i Esasi” ve “Meclis-i Mebusan” ile devleti idare ederek, “kudret-i teşrii erbab-ı hükümetin elinden almak” şeklinde değerlendirmişlerdir. (Nâmık Kemal, “Ve Şâvirhum fi’l-Emr” Hürriyet, 30 Rebiyülevvel 1285/20Temmuz 1868, s. 1)
Osmanlı aydınları Meşrutiyet ile “yetkileri anayasa ile sınırlandırılan bir idarenin kurulmasını” amaçlamışlardır. (Usûl-i Meşveret, Muhbir, 20 Zilkade 1284/ 14 Mart 1868, s. 1) Böylece, Meşrutiyeti istibdadın ilacı olarak görmüşlerdir.
Nitekim Kânün-ı Esâsî’yi yürürlüğe koyan 23 Aralık 1876 tarihli fermanda “Ferd-i vâhidin veya efrâd-ı kalîlenin tahakküm-i müstebiddânesinden doğabilecek sıkıntıların önlenebilmesi için “kavânîn ve mesâlih-i umûmiyyenin kaide-i meşrûa-i meşrûtiyyete merbutiyeti emr-i sâbitü’l-hayr olduğundan bir meclis-i umûmînin teşkili” gerekliliğine işaret edilmişti.
“Meşrutiyet-i Meşrua” birbirini tamamlayan iki tabirdir. “Meşruta” ve “Meşrua” hiçbir zaman birbirine zıt ve birbirinin alternatifi olarak görülmemiştir. Yeni Osmanlılar tarafından daha çok “Ve şavirhüm fi’l-emr” (Âl-i İmran, 3:159.) “Ve emrühüm şûrâ beynehüm” (Şûra, 42:38.) ayetlerinin tecellisi ve uygulaması olarak kabul edilmiş ve savunulmuştur. Başta “Hürriyet” ve “Muhbir” olmak üzere Jön Türklerin sözcülüğünü yapan yayın organları Meşrutiyeti “Meşveret” emrinin gereği olarak kabul edip savunmuşlardır. Jön Türk hareketine destek veren ulemâ da meşrutî idarenin şeraite uygunluğunu savunmuşlardır. Hoca Muhiddin Efendi “Bu asrın müceddidinin bu meclisi küşâd eden ve millet-i İslâmiyeye hürriyet verenin olacağını” ifade etmiştir. (Kânûn-i Esâsî, Receb 1314/ 21 Aralık 1896, s. 4; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Meşrutiyet Maddesi, Cilt: 29.)
Jön Türklerin çıkarttığı “Meşveret” ve “Şurây-ı Ümmet” dergileri bu hususları anlatmak amacı ile yayın hayatına başlamıştı. Meşrutî idarenin dinen, aklen ve siyaseten gerekliliği anlatılmış ve Peygamberimizin (asm) “El-hata mine’l-şura evlâ mines-savabi bi-dûni şûra” yani “istişarede hata da olsa, istişaresiz isabetten daha hayırlıdır” hadisine dayanılarak savunulmuştur. (Şûra-yı Ümmet, 14 Cemâziyelâhir 1321/7 Eylül 1903, s. 1-2.)
Daha sonra Şeyhu’l-İslam Musa Kâzım Efendi de “İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet” isimli risalesi ile bu tartışmalara destek vermiş ve “Şeriatın Meşrutiyetin esası” olduğunu ifade etmiştir. (İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul-1324; Serbesti, 17 Nisan 1909.) “Beyanu’l-Hak” “Sırat-ı Müstakîm” ve “Volkan” gibi gazete ve dergilerde meşrutiyet ve meşveret ile ilgili hususlar çokça tartışılmış ve yazılmıştır.
Bediüzzaman Meşrutiyetin ikinci yılında yani 1910 yılında, doğudaki aşiretlere bahardan güze kadar bir yaz ziyareti yapar. Güzden bahara kadar da Suriye ve Irak’a Arap ülkelerinde gezerek kış yolculuğu yapar. Dağları ve sahraları Medrese kabul ederek o bölgelerde “Meşrutiyeti” ders verir. Görür ki Kürtler ve Araplar Meşrutiyeti gayet garip bir surette telakki etmişler. “Şeytanın arkadaşları” onlara Meşrutiyeti çok yanlış anlatarak “Hürriyete” ve “Hürriyeti” bize getiren Meşrutiyete karşı cephe almalarına sebep olmuş. Bun yanlış anlayışı düzeltmek için elinden geleni yapar. Bediüzzaman onlara “Meşrutiyetin kanunu ile” meşrutiyeti ders verir. Şöyle der “İçinizden bir iki akıllı adamı seçin, onlar sorsunlar, ben onlara cevap vereyim, böylece sizin sorularınıza cevap vermiş olayım. Yoksa her birinize ayrı ayrı cevap vermek mümkün olmayacak” demiştir. Bu meşrutiyetin ilk dersidir.
“Avamın akılları gözlerinde olduğunu” belirten Bediüzzaman “avama ders veren fiildir” der. Avamın meşrutiyeti olması gerektiği gibi değil, meşrutiyet idaresinde memurlarının uygulamalarına bakarak değerlendirdiklerine dikkatleri çeker. Müstebit ruhlu memurların fikren meşrutiyeti benimsemelerinin mümkün olmadığını ifade eder. Onların hürriyetten istifade ederek işledikleri müstebidane fiillerinin meşrutiyetin gereği olmadığını, ancak avamın bunu meşrutiyetin gereği gibi anladıklarını belirtir.
Bediüzzaman doğudaki Kürt aşiretlerine “Sizlere müjde getirdim” diye söze başlar. O zaman bazıları kendisine “meşrutiyette fenalık var” derler. Bediüzzaman “Nurdan zarar gelmez, gelirse ışıktan kaçan huffaşa/yarasalara gelir” diye cevap verir. Böylece Meşrutiyete karşı çıkanları “ışıktan kaçan yarasalara” benzetir. Sonra şöyle haykırır: “Size bütün kuvvetimle, bütün dünyaya işittirecek tarzda bağırarak derim ki, Umum İslam’ın ve özellikle Osmanlının ve bilhassa Kürtlerin saadetinin fecr-i sadıkı Meşrutiyettir” der. Meşrutiyetin çok değerli bir kazanım olduğunu belirten Bediüzzaman “Faraza şu devletin yarı milleti pahasında verilseydi gene ucuz düşerdi” demektedir. (Münazarat, 1998, s. 20-21.) “Biz böyle işitmedik” diyenlere Bediüzzaman “Şeytanın arkadaşları çoktur” şeklinde cevap verir.
Meşrutiyet “Hürriyettir.” Bediüzzaman daima hürriyete sahip çıkılmasını ve hürriyeti yanlış yorumlamamalarını ders verir. “Ey ebnây-ı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” der. Ama ne var ki daha dehşetli bir istibdat pek acı zehirli bir istibdadı bize içirir. (Hürriyete Hitap, Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 89.)
Bediüzzaman Meşrutiyeti isim ve resim olarak değil, içi “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” (Kanun Hâkimiyeti) şeklinde değerlendirir. (Tarihçe, 94.) daha sonra Bediüzzaman “Cumhuriyet ve Demokrat manasındaki Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet” (Divan-ı Harb-i Örfi, 1998, s.69.) ifadeleri ile Demokratlık ve Cumhuriyet’in de meşrutiyetle aynı anlamda olduğunu “Esmanın tebeddülü ile hakaık tebeddül etmez” diyerek önemli olan isim değil içerik, suret değil hakikat olduğunu ifade etmiştir.
Sonuç olarak Bediüzzaman’a göre Meşrutiyet, Kanun-i Esasi, Demokrasi ve Cumhuriyet arasında içerik ve hakikat olarak fark yoktur; ancak uygulamada uygulayıcıların bunların gereği olan “Adalet, meşveret ve kanun hakimiyeti”ni sağlamada eksiklik ve noksanlıklarından kaynaklanmaktadır. Sıkıntı ve tartışma bu noktadan cereyan etmektedir. Günümüzde de işin hakikatine değil de suretine, içeriğine değil de ismine ve resmine bakanların Bediüzzaman’ı anlamadıklarını görmekteyiz. Sıkıntı Demokrasi ve Cumhuriyetten, Kanun-i Esasi ve Meşrutiyetten değil anlayışsızlıktan ve ruhen istibdadı arzu edenlerin bu arzu ve isteklerine göre uygulamalarından kaynaklanmaktadır.
Birinci ve İkinci Meşrutiyet
Birinci Meşrutiyet, Rumi takvime göre “93 Harbi” diye adlandırılan Osmanlı−Rus Savaşı sırasında, 23 Aralık 1876 tarihinde onaylanarak yürürlüğe girdi. Bu yüzden “93 Meşrutiyeti” de denilir. Anayasanın Sultan İkinci Abdülhamid tarafından Meclis-i Mebusanın 13 Aralık 1878’de kapatılmasıyla sona erdi.
İkinci Meşrutiyet dönemi ise 23 Temmuz 1908’de başladı ve hukûken Saltanatın kaldırıldığı 1 Ekim 1922’ye kadar devam etti. Bazı siyaset bilimcilerine göre bu dönem Mondros Mütarekesinin imzalandığı 30 Ekim 1918’de sona ermiştir.
Birinci Meşrûtiyetin kapanması ile İkinci Meşrûtiyetin ilânı arasında geçen sürenin tamtamına 30 yıl olmuştur. (1878–1908) Bu demektir ki, Meşrûtiyetin yeniden ilân edilmesi için, tam 30 yıl boyunca uğraşılmış, mücadele edilmiş. Nihayet 23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilan edildi ve Meclis-i Mebusan yeniden açıldı.
Hürriyetin ilan edilip Meclis-i Mebusan’ın açılmasında Bitlis’ten İstanbul’a gelen Bediüzzaman Said Nursi’nin büyük rolü olmuştur. “İslam dünyasının baş hastalığının ve her nevi geri kalmışlığın sebebinin İstibdat olduğunu, Asya’nın bahtını ve İslamiyet’in taliini açacak olanın hürriyet ve meşrutiyet olduğunu gören, bilen ve hürriyet aşığı olan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri İstanbul’a gelince hürriyet mücadelesi veren Ahrarların yanında her aldı. Gelmesiyle birlikte, İstanbul’un âfâkında âdeta bir güneş gibi doğdu. Kimi yerde bir şimşek gibi çaktı; kimi yerde ise gök gürlemesi gibi ses verdi, sadâ verdi.
İstanbul’a gelir gelmez, yerleştiği Fatih Şekerci Handaki çalışma ofisinin serlevhâsına şu çapıcı ibâreyi yazdırdı: “Burada her müşkül halledilir, her suâle cevap verilir; fakat suâl sorulmaz.” Tarihte ikinci bir misâline daha rastlanılmayan böylesine harikulâde iddialı bir duruş ve ortalığı birden elektriklendiren böylesine cesurâne bir çıkış, esasında pek yakında başlayacak olan yeni ve bambaşka bir dönemin habercisi mahiyetindeki bir nevî “işaret fişeği” idi.
Bediüzzaman bu mücadeleyi şöyle anlatır: “Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki, yetmiş–seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhiye ile bir derece bildik ki: … Risâle-i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde, hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda Said’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risâlelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa, böyle acip bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemâyı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı.” (Emirdağ Lâhikası, s. 312.)
1. Hürriyet Olmadan Asla Hiçbir Gelişme Olmaz
Görünürde, memleketin eğitim/maarif meselesi için hükümet merkezi İstanbul’a gelen Said Nursî’nin, “Her müşkül halledilir; kim ne isterse sorsun” tarzındaki çıkışı açıkça gösteriyor ki, onun bu gelişi sadece bir tek “mektep–medrese” meselesiyle sınırlı değildi.
Nitekim, çok kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, genç Said’in çok ciddî ve aynı zamanda büyük risk taşıyan daha başka düşünce ve talepleri var. Meselâ, bir–iki aylık süre zarfında, onun istibdadın her türlüsüne ve hükümfermâ olan monarşik mutlakıyet rejimine şiddetle karşı, buna mukabil hürriyet ve meşrûtiyet sistemine ise bütün ruh û cânıyla taraftar ve müdafaacı olduğunu, neredeyse duymayan kalmadı. Bu uğurda her türlü bedeli ödedi. Tımarhaneye gönderildi, hapsedildi ve idam edilmek üzere “Divan-ı Harbe” verildi. Ancak Bediüzzaman şerait ve din namına Hürriyeti savundu ve Meşrutiyeti müdafaa etti.
Bu konuda 12 ayrı gazetede yazılar yazdı. Bu yazıları “Makalat” isimli eserinde toplanmıştır. Ayrıca “Nutuk, Münâzarât, Hutbe–i Şâmiye ve Divân–ı Harb–i Örfî” isimli eserler telif etti.
Bediüzzaman kısaca şunları ifade etti: “Evvel Şark’ta fenalığın sebebi, Şark’ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim; anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim.” (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 87.)
Yine Divân–ı Harb–i Örfî’deki “Devr-i istibdadda tımarhaneden sonra tevfikhanede iken “Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa ile Muhavere” başlıklı bölümden: “Sigara kâğıdı kadar ince ve nizâm nâmıyle bir perdeyi, bu kadar feverân-ı efkâr ve hissiyâta karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında, sizin tazyîkatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim, üstüne düştüm” ifadeleri ile Abdulhamid’in “Devlet Nizamını Koruma” adına uygulanan istibdadı sert bir şekilde eleştirdi.
Görüldüğü gibi, deli muamelesini görmeye, divanelikle damgalanıp tımarhaneye gönderilmeye, hatta işkenceli hapishanede ömür tüketmeye bile razı olan Bediüzzaman Said Nursî, hürriyetini fedâ etmeye ve baskıcı rejimle mücadele etmekten geri durmaya asla razı olamıyor.
Sultan II. Abdülhamid’in şahsını iyi görüp onu tahkir ve tezyife tenezzül etmediği halde, onun “hafif istibdat” ayarındaki siyasetini de içine alan bütün dikta yönetimleri hakkında “Her nerede rastlarsam sille vuracağım” diyecek kadar kat’î konuşuyor: “Meşru, hakikî meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım. (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 40.) diyordu.
Daha sonra telif ettiği ve İman hakikatlerini anlattığı Risale-i Nur Külliyatının pek çok yerinde yine İstibdada karşı mücadelesini devam ettiriyordu. Evet, Said Nursî, bütün hayatında ve bütün kuvvetiyle daima hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet-i tamme lehinde; zulüm, tegallüb, tahakküm ve istibdadın ise aleyhinde olmuştur. (Lem’âlar, s. 174.)
İşte, bu sebeple başına gelmeyen kalmamış, en ağır bedelleri ödemeye mâruz bırakılmıştır. Cumhuriyet döneminde de yine istibdad ile mücadele etmiş ve çıkarıldığı mahkemelerde “Bana hürriyetimi verin. Ben ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam!” (Emirdağ Lahiksı, s.50.) diye yine hürriyeti müdafaa etmiştir. Zira, iman hizmeti de ancak hürriyetle yapılır ve inkişaf eder. Hürriyet yoksa size hain ve alçak derler, hapse atat ve idam da ederler ve sizi hiç kimse ile muhatap etmezler. Nitekim Bediüzzaman bu sebeple kimse ile görüştürmemek için 27 sene “İstibdad-ı Mutlak” ile sürgünlerde ve hapislerde yaşatmışlardır. Bu sebeple Bediüzzaman “Hürriyet Allah’ın en büyük ihsanı ve imanın hassasıdır” (Münazarat, s.25.) demiştir.
Akla husûmet edildiği ve hürriyetin divânelikle yâd olunduğu Abdulhamid’in “zayıf istibdat” rejimi Bediüzzamana tımarhaneyi mektep eyledi… Hayata adâvet edildiği ve îtidalin, istikametin irtica ile karıştırıldığı devirde İttihat–Terakki hükümetinde, “şiddetli istibdat” ona hapishaneyi mektep eyledi… Son olarak, din ve mukaddesatın temelden tahribe çalışıldığı “Tek parti” rejiminde ise, “mutlak istibdat” ona hayatı zehir ve zindan eyledi. Ancak, bütün bu 70–80 yıllık çile ve işkenceli hayata rağmen, Said Nursî, hayatının sonuna kadar da hürriyet ve demokrasinin tesisi için çalıştı, durdu… (Tarihçe-i Hayat, s. 567.)
Kaos ortamları hürriyetlerin ortadan kaldırıldığı ve istibdad yönetimlerinin istibdatlarına bahane ve gerekçe üretildiği ortamlardır. Bu sebeple genellikle provake edilir ve bu istibdada güç verir. Bu sebeple Bediüzzaman her nevi kalkışma ve isyan hareketlerine karşıdır. Haklar meşru yollarla istenmeli ve alınmalıdır. Hakkı yenenler haklarını gayr-i meşru şekilde almaya çalıştıkları zaman haksız duruma düşerler. Bu da istibdadın yeniden hayatlanmasına sebep olur. İstibdad döneminde ise hiçbir hayırlı gelişme olmaz.
Bu sebeple Bediüzzaman 31 Mart olaylarında yatıştırıcı rol oynamıştır. Birinci ve ikinci günü “Nasihat muhtel” olduğu için karışmamış ve dostlarına da karışmayın demiştir. Üçüncü gününde Üstad Bediüzzaman, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınlamış ve kargaşanın bitirilmesi ve itaatin önemi üzerinde durmuştur. Dördüncü gününde de “Harbiye Nezaretine” gidip isyan eden askerlere hitap ederek, onları üstlerine itaat etmeye ve isyana son vermeye davet etmiştir. Böylece isyan eden sekiz taburu itaat ettirmiştir. Ancak yine de isyanı durdurma imkanının kalmadığını görünce İstanbul’dan ayrılarak İzmit’e gelmiştir.
2. Hürriyet, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet
Bediüzzaman Said Nursî, siyasî, sosyal, hatta ilmî hayat itibariyle hem önceliği hem de en büyük değeri “hürriyet”e veriyor. Ne kendisine ne de başkasına zararı dokunmayan hürriyete… Bediüzzaman meşrû hürriyeti “kâmil iman”a bağlar ve “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar” buyurarak Asr-ı Saâdeti örnek gösterir. (Münâzarât, s. 59.)
Evet, Allah’a hakkıyla kul olan kişi, hakkıyla da hür olur; kula kulluk etmeye, insanlara boyun eğmeye asla tenezzül etmez. Evet, önemli ve öncelikli olan hürriyettir. Hürriyetin olmadığı yerde, meşrûtiyetin yahut cumhuriyet isim ve resimden ibaret kalır. Cumhuriyetle idare edilen 1950 öncesi Türkiye’sini, Komünist SSCB’yi, Saddam’ın Irak’ını veya Esad’ın Suriye’sini alın, bunları cumhuriyetin olmadığı bazı hür Avrupa ülkeleriyle kıyasladığınız zaman ortaya muazzam bir fark vardır.
Hürriyetten sonra, hürriyetçi meşrûtiyet ve demokratik cumhuriyeti savunan Bediüzzaman, insanların, bilhassa Müslümanların bu ulvî nimetlere değer verip sahip çıkmasını ister. Tâ ki, elden gitmesin ve başka maksatlara âlet edilmesinler.
Bediüzzaman bütün kuvveti ile İstanbul’da “Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrûtiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan eder.” (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 22.) 31 Mart hadisesinden sonra doğu vilayetlerine giderek onlara da “İstibdad ve Hürriyeti” ders verir ve bu dersleri “Münazarat” isimli eseri ile neşreder.
Camilerde, medreselerde âlimlere ve talebelere bu şekilde hitap eden Bediüzzaman, Meşrûtiyet’in ilânından hemen sonra İstanbul Ayasofya Meydanında, akabinde de Selânik Hürriyet Meydanında halka hitaben “Hürriyet Nutku”nu irad eder. Bediüzzaman bu nutkuna şöyle başlar:
“Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile bağırıyorsun. Benim gibi bir Şarklıyı tabakât-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasa idin, ben umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum.
“Ey mazlûm ihvân-ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı külûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir.
“Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laubaliliklerle (hürriyeti) tekrar öldürmeyiniz.
“Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.” (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 73.)
Bediüzzaman Medrese talebelerine ve ulemaya da şöyle hitap eder: “Meşrûtiyet, hakikî adâlet ve meşveret-i şer’iye’den ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s.12.)
Bediüzzaman Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet namına uygulanan sistemi de mahkemelerde şöyle eleştirir: “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermekle, …hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbe vuruyorlar.” (Târihçe-i Hayat, s. 637.)
Cumhuriyetin tarifini de şöyle yapar: “Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kànunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Kuvvet kànunda olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma olacaktır” (Hutbe-i Şamiye, 93.)
Bediüzzaman hazretleri Denizli Mahkemesinde de hakime verdiği savunmada şöyle der: “Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latîf bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Eskişehir Mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hulasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, halî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu; ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim.” İşitenler benden soruyordular; ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri, cumlıuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
Sonra dediler: “Sen, Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun?”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat, manasız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe-i Hayat, Denizli Hayatı, 357.)
Sonuç
Netice itibariyle, Bediüzzaman Said Nursi, ömrü boyunca insan hak ve hürriyetlerini üstün tutan, din ve vicdan hürriyetine mutlak manada saygılı, bireyin hakkını devlete teslim etmeyen, çoğulcu, meşverete dayalı bir devlet anlayışını müdafaa etmiştir. İsmi ne olursa olsun, kendi tabiriyle “manasız isim ve merasime” değil, bizzat uygulamaya önem vermiştir. Meşrutiyeti ve Cumhuriyeti bunun için övmüş ve bu rejimleri mutlaka demokratik sıfatları ile birlikte düşünmüştür. Bu rejimler isimleri ile müsemma olmadıkları zaman da onları acımadan eleştirmiştir.
Onun, başından vefat ettiği güne kadar Demokrat Partisi’ni açıkça desteklemesi, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakanı Adnan Menderes’e mektuplar yazarak hem sempatisini ifade etmesi hem de bazı uyarılarda bulunması, demokrasiye olan sevgisinin açık bir tezahürüdür.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Cumhuriyetçi maskesi altında ülkede kurduğu totaliter yönetimden sonra Demokrat Parti’nin ismine yakışır icraatlarda bulunarak geniş hak kitlelerine değer vermesi, halkın inançlarına saygılı olması, vatandaşların cumhuriyet rejimi altında ancak kendi inançları doğrultusunda yaşamalarına müsaade etmesi, Bediüzzaman’ın bu partiyi desteklemesini sağlamıştır.
Demokrat Partisi döneminde de Bediüzzaman ve talebelerine devlet eliyle haksızlık yapılmasına rağmen onlar bu Parti’den desteklerini çekmemiş, yapılanların CHP zihniyetindeki bazı memurların dindarları Demokrat Parti’nin aleyhine geçirmek için art niyetli, keyfi tasarruflarından kaynaklandığını belirtmişlerdir. (Emirdağ Lahikası, İstanbul-1994. s.416-418.)
Ellerine sağlık, gayet güzel bir çalışma olmuş. Tebrik ederim.