1mod.io
Sosyal Medya
Plugin Install : Cart Icon need WooCommerce plugin to be installed.
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
  • Giriş
  • Kayıt
  • Anasayfa
  • Hakkımda
  • Kitaplarım
  • Sunumlarım
  • Hürriyet
  • Hukuk
  • İktisat
Hürriyet Hukuk İktisat
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
Anasayfa HÜRRİYET

ŞERİATTA MİLLET İRADESİ VE SEÇİM

İmam-ı Azam "Hilafet seçimle tahakkuk eder" demiştir.

M.Ali KAYA M.Ali KAYA
27 Mart 2021
HÜRRİYET
0
ŞERİATTA MİLLET İRADESİ VE SEÇİM
Share on FacebookShare on Twitter

M. ALİ KAYA

Giriş
Asr-ı Saadette sahabelerin kurduğu idari sistem “seçime dayalı” millet iradesini ve halkın rızasını esas alan hilafet sistemidir. Hilafet sisteminde seçim esastır. Peygamberimiz (sav) “Benden sonra hilafet otuz senedir” buyurarak seçime dayalı halifelerin seçimine “hilafet” sıfatını vermiş, “ondan sonra ısırıcı saltanat gelir” buyurmuşlardır.

Hz. Ali’den (ra) sonra siyasi bir mezhep olarak ortaya çıkan “Şia”nın iddiası ise “hilafetin seçimle değil, atama usulü ile gerçekleşmesidir.” Şia’ya peygamberin en önemli görevlerinden birisi de kendisinden sonra müslümanları idare edecek olan halifeyi belirlemesi ve atamasıdır. Hz. peygamber de bunu yapmış ve Hz. Ali’yi halife olarak atamıştır; ancak Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman bunu kabul etmeyerek kendilerini halife seçtirmişlerdir.” Hulefa-i Raşidini ve onları seçen bütün sahabeleri peygambere karşı çıkmak ve hükmünü kabul etmemekle itham eden böyle yanlış bir düşüce ile “Ehl-i Sünnet” çizgisinden sapmışlar ve dini siyasete alet etmişlerdir.

1. İdarecinin/Halifenin Seçimi
Ehl-i Sünnet bilginlerine göre bir halifenin rastgele, zorla ve hile ile devletin başına getirilmesi mümkün değildir. Devlet başkanının millet tarafından seçilmesi düşüncesi ve seçim şekli Kur’an ve Sünnette açıkça belirlenmiştir. Mehmet Vehbi Efendi’nin Hülasatu’l-Beyan” isimli tefsirinde şöyle der: “Reis-i hükümetin tâyini, nâsın hakkı olduğuna ve bu cihetle evvelemirde hâkimiyetin millette bulunduğuna, fakat reisin tâyininden sonra umur ve hususatını (memleket meselelerini) reise tevdi etmek lâzım olduğuna bu ayet delalet eder” diyerek Bakara Suresi 246. ayetin tefsirini yapmıştır. (M. Vehbi Efendi, Hülasatu’l-Beyan, 1:444)

Ayrıca Nisa Suresi 58. ayet “Muhakkak ki Allah emaneti ehline vermeyi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmeyi emreder” buyurarak devlet ve milletin idaresi gibi en değerli bir emanetin ehil olanlara verilmesini, yani müslümanlar tarafından seçilmesini, seçilenlerin de adaletle hükmetmelerini emretmiştir. Nisa Suresi 59. ayet de mü’minlere hitaben “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin; sizden olan emir ve hüküm sahibi olanlara da itaat edin” buyurarak amirlere itaat edilmesini, amirlerin de “sizden” kelimesi ile “sizin seçtiğiniz” manasını ifade etmektedir. (Nisa, 4:58-59)

Bu nedenle sahabeler “seçim sistemi” ile “hilafeti” tesis edip “Hulefa-i Raşidini” seçimle iş başına gelmişlerdir. Bu nedenle İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) “Halifenin müslümanlar tarafından meşveretle seçilmesi gerektiğine” hükmetmiştir. (M. Ebu Zehrâ, Ebu Hanife, s. 265-266)

Aşere-i Mübeşşere’den, Hulefa-i Raşidin’den ve fakih sahabelerden Hz. Ömer (ra) “Kim bir adama müslümanlarla istişarede bulunmadan biat ederse, biat edene artık hiç biat edilmez” (Buhari, Kitabu’l-Hudud, 130; M. Ebu Zehrâ, İslamda Siyasi ve İdari Mezhepler Tarihi, s.101) diyerek halifenin ancak istişare sonucu seçilebileceğini açıkça ifade etmiştir.

Bütün bu gerekçelerden dolayı İslam hukukçuları “Müslümanların oy verip ittifakla biat ettikleri kimsenin başkanlığı kesinleşir ve kendilerine yardım etmek vacip olur” (İbn-i Kudame, Muğnî, 8:106) demişlerdir. Müçtehitlerden İbn-i Teymiye “İmam halkın biatı ile tespit edilir; kendisinden öncekinin tavsiyesi ile değil” (İbn-i Teymiye, Minhacü’s-Sünnetü’n-Nebeviye, 1:142) demiştir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Meşrutiyet “Meşveret-i Şer’iyedir” ve Kur’ân-ı Kerimin “Müslümanların işleri aralarında şura iledir.” (Şura, 42:38) “Onlarla istişare et” (Al-i İmran, 3:159) ayetlerinin tecellisi olduğunu, (Münazarat, 23) demokratlığın “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” (Acluni, Keşfu’l-Hafa, 2:463) hadisine dayandığını açıkça ifade eder. (Emirdağ Lâhikası, 386)

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehrâ devlet başkanının seçiminde istişarenin mutlak gerekli olduğunu “Biat”ın hem meşveret, hem seçim olduğunu belirterek şöyle der: “Kur’ân-ı Kerim istişareyi emreder; fakat şeklini ve istişare ehlini tayin etmez. Bunların tanzimini ve hangi yolla yapılacağını insanlara bırakır. Onlar da maslahata göre bunun şeklini ve ehlini tayin ederler. Zira istişarenin keyfiyeti topluluktan topluluğa, asırdan asıra ve ülkeden ülkeye değişebilir. Bir çağda uygun olan istişare şekli deiğer çağda iptidai kalır ve uygun olmayabilir. Yine bir toplum için uygun görülen istişare şekli diğer bir topluma faydalı olmayabilir. Allah adaleti ve işleri istişare ile yapmayı emretmiştir. Bu yüce emirlerin en güzel biçimde uygulanmasını ise insanlara bırakmıştır.” (M. Ebu Zehra, İslamda Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, 101)

Çağdaş ulemadan A. Afif Tabbara da “Yüce Allah müsümanlara şurayı farz kılmış, fakat keyfiyetini belirlemeyerek müslümanlara bırakmıştır. Çünkü meşverete dayanan düzenler ve bunları meydana getiren özellikler milletlerin durumuna göre değişiklik arzederler. Teferruat ve uygulamadaki durumlar ümmete bırakılmıştır.” (İlmin Işığında İslamiyet, A. Afif Tabbara, 136)

İslam bilginleri istişare konusunda ittifak ettikleri halde “çoğunluğun iradesinin esas alınması” konusunda ihtilaf etmişler ve “Yeryüzünde insanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan sapıtırlar. Zira onlar ancak zanna uyarlar ve yalan söyleyip dururlar” (Enam, 6:116) “Yoksa sen onların çoğunu söz dinler, akıl erer mi zannediyorsun, onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler, belki daha da şaşkındırlar” (Furkan, 25:44) ayetlerinde belirtilen özelliklere sahip olduğundan cahil halkın idarecileri haktan saptıracağı ve yanıltacağını söylerler ve çoğunluğa danışmanın doğru olmadığını, demokrasinin ise çoğunluk rejimi olmasından dolayı İslami olmayacağını ve halkın istişareye ehil olmadığını söylerler. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39:9) ayetini delil olarak ileri sürerler.

Kur’an-ı Kerimin hitabı farklı kesimlere farklı şekillerdedir. İnsanlar inanç bakımından mü’min, münafık ve kâfir olarak sınıflandırıldıkları gibi, sosyal yönden de farklı durumlarda bulunmakta ve durumlarına göre de hükümleri farklı olmaktadır. Zengin-fakir, sağlıklı-hasta, cahil-âlim gibi sınıflara ayrılmakta ve her sınıfın ahkâmı farklı olmaktadır. Ayrıca dini hükümler dünyevi ve uhrevi olmak üzere ikiye ayrılır. Ahirete ait meseleler halka sorularak çözümlenemez. Nitekim peygamberimiz (sav) “Bana dine ve ahirete ait meseleleri sorunuz. Dünya işini siz benden daha iyi bilirsiniz” (Müslim, Fedail, 139, 141; Heysemi, Zevaid 1:179) buyurarak bu hususa açıklık getirmiştir.

Din insan ile Allah arasındaki ilişkileri düzenler ve ebedi hayatını mutluluğunu, cenneti kazandıracak inanç ve amelleri tanzim etmiştir. Dünyaya ait olan siyaset, alışveriş, giyinme, barınma, geçinme, teknik, teknoloji ve eğitim gibi hususlar insanların akıllarına havale edilmiştir. Bu hususlar dünyevidir ve dinin amacı dışındadır; ancak dinin alanına giren hususlar ise haram-helal, haram, helal, mübah, sünnet ve müstahab gibi fazilete ve ahlaka ait hususlarla sınırlandırılmıştır. Bunlar ise dinin usul ve füruuna girmeyen hususlardır. Fayda ve zarar, maslahat ve istihsan gibi hususları içine almaktadır.

Ahirete ait meseleler için halkla istişare söz konusu olamaz. Zira “Mevrûd-u Nâs’da içtihada mesağ yoktur” dinin ve fıkhın temel kuralıdır. Dünyevi meselelerde ise herkes iştigal ettiği meselelerde doğruyu yanlıştan ayıracak bilgiye, adalet ile zulmü tefrik edecek akla sahiptir. Dinimizde mükellefiyet yaşı on beş olarak belirlenmiş ve mükellefiyet dünyevi meselelerde de itimat edilecek yaş olarak kabul edilmiştir.
Dünyevi meselelerde herkes kendi ilgi ve iştigal sahasına giren konularda meşverete ehildir. Şahitlik ve meşverette ehl-i kitabın sözleri de muteberdir. Peygamberimiz (sav) dünyevi konularda gençlerle, yaşlılarla, ehil olmak şartıyla kendi meselelerine ait kadınlarla ve ehl-i kitapla istişarelerde bulunmuş ve kendi görüşünden vazgeçerek onların isabetli fikirlerine göre hareket etmiştir. İmam-ı Azam bir çobandan çobanlık mesleğine ait meseleleri sormuş ve öğrenmiştir. Hz. Ömer (ra) bir idareci olarak kadınları ilgilendiren meselelerde kadınlara, çocukları ilgilendiren hususlarda çocuklarla istişare etmiştir.
Yüce Allah istişare ile alınan karar gereği meydana gelen Uhut bozgunu sonunda da “Onları affet, onlarla istişareye devam et ve bir defa azmettin mi Allah’a tevekkül ederek kararı uygulamaya geçir” (Al-i İmran, 3:159) ferman etmiştir. Elbette bu emir dünyevi meselelere aittir. İstişare sonunda bozgun da olsa bu bozgun istişarenin sonucu değil, uygulamada görülen aksaklık, eksiklik ve tedbirsizlik sonucu olduğunu haber vermiştir.

Devlet idaresi “umur-u dünyeviyeden”dir ve idarecinin seçimi en çok idare edilenleri ilgilendirir. Bu nedenle “Siz kimin idaresini istersiniz? Sizi kim idare etsin? Kime oy verirsiniz?” diye sormanın yanlış bir yönü, Kur’ana ve şeriate aykırı bir tarafı olmaması gerekir. Zaten istişare budur; istişarenin amacı ve hikmeti de budur. İnsanlar hür iradelerini kullanarak idarecisini seçmeli, hiçbir tesir altında kalmaması için de bu seçim gizli oyla yapılmalıdır.

2. Hüküm ve Hâkimiyet Prensibi
Hüküm ve hâkimiyet Allah’a has olmakla beraber yüce Allah nasıl ki kendisine ait “ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam” gibi sıfatları cüz’î olarak insanlara ve mahlûkatına vererek onları yetkilendirmiş ve imtihana tabi tutmuştur; aynı şekilde hüküm verme ve mahlûkata hükmetme konusunda da cüz’î bir hakimiyet vererek, yetkilendirmiş ve imtihana tabi tutmuştur. Ancak mü’minler “hüküm ve hâkimiyeti Allah’tan bilmekle beraber kendilerine verilen yetkileri de Allah adına kullanarak Allah rızasını kazanmayı amaçlarlar ve kendi nefislerine hisse çıkarmazlar.

Yüce Allah “Hüküm vermek Allah’a aittir ve Allah ancak kendisine ibadet edilmesine hükmetmiştir” (Yusuf, 12:40) ayetine göre nihai hüküm ve genel hâkimiyet Allah’a aittir. Burada “Allah’ın hâkimiyeti ile insanın ve milli iradenin hâkimiyeti nasıl bir arada düşünülebilir?” şeklinde bir soru akla gelmektedir. İslam bilginleri ve bilhassa Bediüzzaman Said Nursi hazretleri iki ayrı alemden bahsetmektedir. Birincisi mülk, ikincisi melekût âlemi. Mülk şu görünen maddi âlemdir. Melekût ise fizik ötesi gayb âlemdir ve yüce Allah mülk âlemini melekût âlemi üzerinde tenteneli bir perde gibi yapmıştır. İnsan cüz’i irade, ilim ve kudreti ile ancak alem-i mülkte cüz’î bir tasarrufa sahiptir. Mülk âlemi “daire-i muamelât” mülk âlemi ise “daire-i itikattır.” Daire-i itikat ile daire-i muamelâtı birbirine karıştırmamak gerekir. İnsanlar “Allah’ın her şeye hükmettiğine, onun ilim, irade ve kudreti haricinde hiçbir şeyin olmayacağına inanmakla” mükelleftirler. Daire-i muamelatta ise insan nefis, şeytani menfaat, maslahat gibi pek çok etkenlerle Allah’ın emrine aykırı hareket ederek isyan edebilmektedir. Allah bu konuda insanı hür ve serbest bırakarak uhrevi hayat için imtihana tabi tutmuştur. İnsan bu yetkisini ve Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetlerini ya lehinde veya aleyhinde kullanarak ya cenneti veya cehennemi kazanmaktadır. Allah da buna göre kuluna cennet veya cehennem ile hükmetmektedir.

Bu nedenlerle İslam bilginleri “Prensip olarak hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu ve yeryüzünde istediğine hâkimiyet verenin de O olduğuna inanmalı, fakat tatbikatta ilâhi irade doğrultusunda veya başka saiklerin tesiri ile hareket edebileceğini ifade etmişlerdir. (İslam Peygamberi, M. Hamidullah, 923) Bütün hükümler Kur’anda bulunsaydı bu durumda akıl ve iradenin bir fonksiyonu olmaz ve insanın hür iradesine gerek kalmaz, imtihan da olmazdı.

“Hüküm Allah’a mahsustur” prensibinin iki yönü vardır. Birincisi, “Şeriat-ı Fıtrıye” olan “Sünnetullah”ın ve kâinatta cari olan tabiat kanunlarını koyanın Allah olduğunu ve bu hükümlerin asla değişmeyeceğini ifade etmektedir. Bu nedenle kâinattaki nizam ve intizamı sağlayan kanunlar insanlar tarafından asla değiştirilemezler. Herkesin bu kanunlara uyma mecburiyeti vardır ve insanlar kendi düzenlerini de buna uydurmaya mecburdurlar. Ateş yakar, su akar ve mevsimler birbiri ardınca gelir. Su 100 derecede kaynar, demir ise 3000 derecede ergime noktasına gelir ve insanlar bu kanunları keşfederek hayatlarını kolaylaştırırlar. Bu konuda Allah’ın iradesi daima “hak ve hakikat” olup “Haklı ve âdildir.” Yapan bilir ve bilen konuşur.

İkincisi, insanlar arasında sosyal ve siyasi hayatta adaletin tevzii ve zulüm önlenmesi için insanlar Allah’ın emirleri ve yasakları çerçevesinde adil kanunlar yapmalı ve kanun hâkimiyetini sağlayarak zulüm ve haksızlıkların önünü almalıdırlar. Adaleti sağlayacak ve hakkaniyet prensibine uyacak kanun ve kurallar ise Allah’ın kitabında koyduğu kanunlardır. Allah’ın iradesi daima adildir ve haklıdır. “Kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer ve istibdat keyfi olur.” Bu da pek çok haksızlık ve zulümlere sebep olur. Kanunun uygulanabilir, ıslah edici ve adaleti sağlayıcı olması için Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olması gerekir. Zira zulmü yasaklayan, adaleti emreden Allah’tır.

2.1. Emanetin Ehline Verilmesi
Yüce Allah “Emanetin ehil ellere verilmesini” emretmiştir. (Nisa, 4:58) İslam bilginleri “Devlet makamı emanettir; ehline verilmelidir” (Elmalılı, Tefsir, 2:1372) demişler ve peygamberimizin (sav) “devlet makamı ve idare ehil olmayana verilirse maddi ve manevi felâketleri bekleyiniz” (Prof. Kâmil Miras, Tecrid-ı Sarih Tercümesi, 12:313) hadisini delil olarak zikretmişlerdir.

Mecelle-i Ahkâm-ı Sultaniyede “Halifenin riayet üzerinde tasarrufu maslahata masnuttur” denilerek keyfi hareket edemeyeceğini ifade etmektedir. Seçmenler elbette seçtikleri idarecinin icraatlarını denetlemek durumundadırlar. İslam hukukçuları devlet başkanının ve halifenin seçmenler ve halk tarafından murakabesinin ayet, hadis ve icma ile sabit olduğunu konusunda ittifak içindedirler. (Turnagil, İslam ve Milletler Hukuku, 39-43) Halife ve idareci de Allah korkusu ve ahiret inancı ile hareket etmelidir. Aksi takdirde tesir altında kalması, duygusal davranması, fani dünyanın geçici saltanatına aldanarak zulme sapması muhtemeldir. Bu nedenle peygamberimiz (sav) idarecilere yazdığı mektuplarında ve yaptığı nasihatlerinde daima “Allah’tan kork! Hikmetin başı Allah korkusudur” (Keşfu’l-Hafa, 1:371, H. No: 1350) buyurmuşlardır.

2.2 Milletin Hâkimiyeti
İslam bilginleri ve müfessirler “Seçme ve seçilme hakkı halka aittir; reisi seçmek ve azletmek de millete aittir” “Milletin hâkimiyeti, reisi naspetmek ve icabında azletmek hususlarına münhasırdır” (M. Vehbi, Hülasatu’l-Beyan, 1:444) demişlerdir.

Halifenin cemaatin ruhu olan “şahs-ı maneviye dayanmakla” (Mesnevi-i Nuriye, 92) vazife görebileceğini belirten Bediüzzaman halifenin islâmi mesuliyeti taşıyarak vazife yapabileceğini söylemiştir. Bu tutum “teveccüh-ü âmmenin” kazanılması bakımından da şart kılınmıştır. (Bediüzzaman, Şark ve Kürdistan Gazetesi, Sayı,1 sh. 2)

İslam bilginlerinden Hüccetu’l-İslam İmam-ı Gazali, meşru bir hilafet için yukarıda sayılan şartları kabul etmekle beraber zora ve cebre dayalı bir hilafetin kabul ve himaye edilemeyeceğini kabul etmektedir. (R.G. Okandan, Umumî Âmme Hukuku, 32) hilafetin gerek varlığı gerekse devamlılığı için kamuoyu desteğinin şart olduğunu söyleyen İslam hukukçuları idarecinin ancak islam kültürüne göre hareket etmekle ve “Şeâir-i İslamı” ihya etmek ve korumakla kendisini halka kabul ettirerek huzur ve güveni sağlayabileceğini belirtmişlerdir. (Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, 269)

Bediüzzaman “Müslümanların bir konuda ittifak etmelerinin dinde de yakîni bir delil olarak kabul edildiğine” dikkatimizi çeker. “Temayül-ü âmmenin” dinde muteber sayıldığını belirtir. (Münazarat, 20) “Milletimizin İslâmiyet olduğunu” ve “Ekseriyetin görüşünün İslamiyet’te bir esas olduğunu” (Münazarat, 21) belirtir.

3. İslamiyet ve Teokrasi
Teokrasi dine dayalı yönetim biçimidir. Yani dini otoritenin siyasi otorite yerinde devleti yönettiği devlet şeklidir. Gerçekte dinin değil, din adına hareket eden ruhban sınıfının yönetim şeklidir. Yunanca “Theokratia” kelimesinden gelmektedir. Buna “İlâhi Düzen” adı da verilir. İlk olarak 1622 tarihinde kullanılmaya başlamıştır. Dini bir baskı unsuru olarak toplumu idare etmek için kullanılmasıdır. Papazların hükümeti ve yönetimidir. Böyle bir yönetim şekli günümüzde ancak “Vatikan Devletinde” vardır.

İslamiyet’in teokrasi ile alakası yoktur. İslamiyet uhrevi hayatı esas alır ve dinin dünyaya ve siyasete alet edilmesine müsaade etmez. Bediüzzaman İslam dini ile Hıristiyanlık hakkındaki fikirlerini ve aralarındaki farkları mukayeseli bir şekilde ortaya koymuştur. (Mektubat, 448) Bu mukayeseli bahisler okunduğu zaman “İslam’ın Teokrasi ile uzaktan yakından bir alakasının olmadığı ve Teokrasinin batıya has olduğu” görülecektir.” (Muhammed Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, 67)

İslamda teokratik bir yapının bulunmadığı A. Afif Tabbara da şöyle açıklamaktadır: “Teokratik devlet deyimi, dini devlet şeklinde tercüme edilir. Ancak Allah’ın hâkimiyetinden bahsederek halka hükmedenler otoritesini Allah’tan aldıklarını iddia ederler. Bu ise İslam prensiplerine ve teşriine tamamen zıt bir görüştür.” (A. Afif Tabbara, İlmin Işığında İslâmiyet, 311) İslamda iktidar batı teokrasisinin icabı olan papaz ve kral ikilisine dayanmaz ve çift kutuplu değildir. Aksine İslâmi iktidar şuranın kendisine yetki verdiği tek bir kişide toplanmıştır. O da kendi başına yasa yapamaz ve hükmedemez; kararları ancak meşveret ve şuraya dayanır. Yani, bir nevi şuranın sözcüsü hükmündedir. Yasaları ise “meclis-i mebusan” ve halktan yetki aldıkları seçilmiş kişiler yaparlar. Böylece İslamda idareciyi seçen ve murakabe eden halktır ve hâkimiyet seçmenlere ve halka aittir. Asr-ı saadette Hz. Ömer (ra) gibi sahabeler adaletle hükmetmişlerse bunun en önemli sebebi adaleti isteyen ve yanlış yaptığı zaman “seni kılıçlarımızla doğrulturuz” diyen seçmen kitlesidir. Dolayısıyla yetkisini gökten ve ilâhi kaynaktan aldığını iddia eden ruhâni reislerin teokratik idaresi ile yetkilerini seçmenlerinden ve halktan alan Müslüman idarecilerin demokratik idaresi birbirinden çok farklıdır. (T. Z. Tunaya, Türkiyenin Siyasi Gelişmeleri, 108)

4. İyiliği Emretme ve Kötülüğü Engelleme Görevi: (Halkın Murakabesi)
Yüce İslam dini her mü’mine “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker” yani iyiliği emretme ve kötülüğü engelleme görevi vermiştir. Bu nedenle her inanan insan kendi hak ve hukukuna sahip çıkarken başkalarının haklarının çiğnenmesine ve haksızlığa uğramasına da engel olmalıdır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Hukukunu bilmeyen cahil halkı idarecilerini müstebit yaparlar.”

Hukukun amacı ile İslam dininin hukuk amacı birbiri ile örtüşmektedir. İslam hukukunun amacı “aklı, malı, canı, nesli ve dini/inancı” korumaktır ki buna “Beş Temel Esas” denilmektedir. Kur’an-ı Kerim adaleti emrederken zulmü ve haksızlığı yasaklamıştır. Zulme ve haksızlığa meyletmeyi dahi şiddetli azapla tehdit etmiştir. (Hud, 11:113) Hadis olarak rivayet edilen ancak Ebu Ali Dekkak’a (ks) izafe edilen bir kelâm-ı kibarda “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” (Kuşeyrî, Risale, 62) denilerek haksızlık karşısında sessiz kalınmamasını istemiştir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde mü’minlerin vasıflarını sayarken “İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar” (Al-i İmran, 3:104, 114; Lokman, 31:17) buyurarak bu temel özelliği öne çıkarmıştır. Peygamberimiz (sav) “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmezse dilinizle düzeltin, buna da gücünüz yetmezse kalbinizden buğz ediniz. Bu ise imanın en alt mertebesidir” (Buhari, İlim, 3) buyurarak kötülüğü engellemek için herkesi göreve çağırmıştır.

Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker örfe göre yapılmalıdır ve bu görevi yaparken örf, adet ve gelenekler de dikkate alınmalıdır. Zira “ma’ruf” kelimesi örf ile aynı kökten olup aynı manayı ifade etmektedir. Bu da “A-R-F” kökünden olup bilmek, malum olmak anlamına gelmektedir. Bu da bilinen iyiliklerin emredileceğini, emredilen iyiliklerin de bilinen, aklın kabul ettiği, halkın iyi olarak bildiği ve örf olarak iyi olanlar olduğu ifade edilmektedir. Örf, peygamberimiz (sav) zamanında nazara alınmaktaydı. (Ali Hasan Abdulkadir, Nizamu’-Âmme Fi Tarih-i Fıkh-ı İslâm, 53) Ancak iyi olan emredilir, kötü olan yasaklanır. Hiç kimsenin kötü olanı emretme hakkı yoktur. Bu nedenle peygamberimiz (sav) “Yu’melu fil-İslami bi-fezâili’l-câhiliyye” yani “Cahiliyenin güzel adetleriyle İslamda da amel edilir” (M. Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, Çev. Ali Kuşçu, 1963, İst, s. 30-32) buyurmuşlardır. Zira yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Affa sarıl, örfle emret, cahillerden yüz çevir” (A’râf, 7:199) ferman edilmiştir.

Yine peygamberimiz (sav) Saib b. Abdullah’a (ra) hitaben “Cahiliyedeki ahkâmı İslamda da muhafaza et. Misafiri ağırla, yetimlere ikram et, komşuya iyilikte bulun” (Müsned-i Ahmed, 3:425) ferman etmişlerdir. Peygamberimiz (sav) İran hükümdarı Nuşirevan’ı adaletinden Hatem-i Tâî’yi de cömertliğinden dolayı “Bunlar cahiliye döneminde islam ahlakı üzere olanlardır” buyurarak övgü ile bahsetmiştir.

İslam hukukunda Arap örfüne ve fethedilen ülkelerin örflerine itibar edilmekteydi. Örf ve adetlerin iyi olanları insanların genel olarak iyi bulup tekrar ede-geldikleri, benimseyerek ortaklaşa uyguladıkları, Allah’ın emrine, peygamberin (sav) sünnetine aykırı olmayan adetler ve kurallardır. Mecelle-i Ahkâm-ı Sultaniye’de “Adet muhkemdir. Yani hükm-i şer’îyi ispat için örf ve adet hakem alınır” (Md, 36) ve “Örf ile tayin nass ile tayin gibidir” (Md, 45) denilmektedir.

Son olarak Peygamberimiz (sav) “Cahiliyede hayırlı olanınız, İslamda da hayırlı olanınızdır” (Buhari, Enbiya, 2; Müslim, Birr, 159) buyurarak hayır ve iyiliğin değişmeyeceğini ve her zaman geçerli olduğunu ifade etmiştir.

Sonuç
Devlet başkanının seçiminde millet iradesi seçici rol oynar. Bu nedenle seçimi ve milletin hür iradesini ortaya çıkaran Demokrasi, dinen, şer’ân, örfen İslama uygundur. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de “Meşrutiyette madem hâkimiyet-i millettir. Milletin hâkimiyetini göstermek gerekir” ifadeleri bu konuda çok anlamlıdır.

Etiketler: demokrasiEmanetHalife SeçimiHüküm ve HakimiyetHulefa-i RaşidinİstişaremeşrutiyetmeşveretMillet HakimiyetiMillet İradesiSeçim
M.Ali KAYA

M.Ali KAYA

Bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EN ÇOK PAYLAŞILANLAR

HÜRRİYET NEDİR?

SİYASAL İSLAM NEDİR?

Hz. HÜSEYİN’İN HÜRRİYET ve HUKUK MÜCADELESİ

ÜRETİMİN GÜCÜ

HÜRRİYET VE DEMOKRASİ İSTEMEYENLER

HÜRRİYET-İ ŞER’Î

YAZI ARŞİVİ

Copyright © 2021 - Her hakkı saklıdır

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Göster
  • Anasayfa
  • Hakkımda
  • Kitaplarım
  • Sunumlarım
  • Hürriyet
  • Hukuk
  • İktisat

Hoşgeldiniz

Hesabınıza Giriş Yapın

Şifremi Unuttum Kayıt Ol

Yeni Hesap Oluştur

Kayıt olmak için aşağıdaki formları doldurun

Tüm Alanları Doldurun Giriş

Şifrenizi geri alın

Lütfen şifrenizi sıfırlamak için kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi girin.

Giriş