M. ALİ KAYA
Giriş
İnsanın hayatını devam ettirmesi için gereken ihtiyaçların karşılanması ile ilgili bütün faaliyetler “İktisat” kavramı ile ifade edilmektedir. İktisat genellikle somut bir kavram olup insanın ihtiyaç, talep ve arz gibi temel ve genel ihtiyaçlarını karşılamayı esas almakla beraber soyut olan ahlak ile sıkı bir ilişki olduğu inkâr edilemez. Her ikisi de sonuçta insanın davranışlarını, maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Ekonomik ve iktisadi faaliyetlerin temelini ihtiyaçlarımız oluşturduğu gibi, ahlâkî davranışlarımızı da bu faaliyetlerin dayanması gereken temel esasları oluşturur. Bunlar hakkaniyet, adalet, dürüstlük, güven, sözünde durmak, nezaket, saygı, hürmet, itaat, aldatmamak ve insanları rencide etmemek gibi tüm insanların ihtiyacı olan ve sosyal hayatı ve kişiler arası ilişkilerin düzenli yürümesini sağlayan temel kurallardır. Bu ahlâki kuralların olamadığı yerde şüphesiz ticari ve iktisadi hayat da aldatma, menfaat ve sömürü üzerine kurulur ki sosyal ve siyasi bunalımların kaynağı budur. Dolayısıyla ahlâki kurallardan bağımsız bir ekonomik hayat düşünülemez. Ahlâkî kararlarımızın birçoğu ekonomik olduğu gibi, günlük iktisadi faaliyetlerimizin çoğu ahlakidir.
Manevi ve ahlâkî değerleri kabul etmeyen, ekonomik ve iktisadî faaliyetleri maddî menfaat açısından değerlendiren inançsız sosyalistler ve materyalistler özel mülkiyeti ve serbest piyasa ekonomisine en büyük eleştiriyi yöneltmektedirler. Kapital, mülkiyet, ana sermaye ve ana mal anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla kapitalizm sınırlı olarak şahsi teşebbüse ve mülkiyete müsaade eden, kazanç, rekabet ve rasyonellik ilkelerine dayanan ve genelde çok değişik özellikler arz eden ekonomi bir yapıdır.
Temelinde sermaye, çalışma ve üretim vardır. Akılcı, rekabete dayanan, serbest girişimciliği savunan ve öngören bir sistemdir. İçerisinde ahlaki boyut olmadığı zaman insanı ekonomik adam olarak gören ve malı birinci plana alarak insanı malın esiri yaparken, manevi ve ahlakî boyutunu içerdiği zaman insanın ihtiyaçlarını gidermek amacıyla, insana hizmet için malı ve sermayeyi üreten ve insana hizmet eden bir yapıya dönüşür. Bu ikinci yaklaşımda insan mülkiyetin esiri değildir ve mal insanın insan onur ve şerefine yakışır bir şekilde yaşamasını sağlamak için gereklidir.
Kur’an-ı Kerim özel mülkiyeti ve helal kazancı teşvik eder. Mal ve eşya insan ihtiyaçlarının karşılanması için yaratılmıştır ve insanın hizmetindedir. İnsan ise hayatın devamı ve saadeti için mala muhtaçtır ve malın hak ve emek sonucu helal yolla kazanımı şarttır. İnsan ihtiyaçlarını temin için mala muhtaçtır ve mal, “meyl” yani yönelme kökünden geldiği için insanın mala eğiliminin fıtrî, yani yaratılışındandır. Mal kişinin zenginlik ve mutluluk kaynağıdır. Helal kazanç ve mal övülmüş ve insanı manen terakki ettirerek Allah’a yaklaştıracak ibadetlerin pek çoğu malî ibadetler olduğu bildirilmiştir. Yardımlaşma, zekât, sadaka, bağış, hediye maldandır. Hac ve cihad gibi ibadetler hep mala ve zenginliğe dayanır. Velhasıl dinde ibadetler nefisle, malla ve her ikisi ile ortak yapılan ibadetler olarak üç kısma ayrılır.
“İslam dini kapitalizme mi yoksa sosyalizme mi daha yakındır?” gibi anlamsız tartışmalar yaşanmıyor değildir. Gerçekçi bir açıdan bakıldığı zaman insan ve ihtiyaçları vardı ve din bu ihtiyaçların karşılanması için insanın nasıl davranması ve ne şekilde kazanması gerektiğini anlattı. Ve en önemlisi din sosyalist ve kapitalist akımlarda çok daha önce olduğu için doğru sual ve anlamlı tartışma “Sosyalizm ve kapitalizm dinin hangi prensip ve kurallarından etkilendi?” şeklinde olmalıdır. Gerçekte sosyalizm dinin sosyal yardımlaşma ve sosyal adalet ilkelerinden etkilendiği gibi, kapitalistler de mülkiyetin kazanım ve kullanımında, üretim ve bölüşümünde adalet ve hakkaniyet ile ahlâkî yönünden etkilenerek kapitalizme ahlâki boyut kazandırmıştır.
Dinin inanç, ibadet ve ahlak boyutu dinin yüzde doksanını teşkil eder. Zira din denince iman, ibadet ve ahlak akla gelir. İnsanın ekonomik ve iktisadi faaliyetlerini düzenleyen yönü ise “Muamelat ve Ticaret” adı altında tanzim edilmiştir. Kur’an-ı Kerim iki ayetle insanlığın iktisadi hayatını düzenlemiş ve başka şeye ihtiyaç kalmamıştır. Birincisi “Zekât vererek fakire, miskine, yetime ve muhtaca yardım ediniz” (Bakara, 2:43 vb.) ikincisi de “Faizden uzak durarak haksız kazanç peşinde koşmayınız” (Bakara, 2:275) ayetleridir. Birinci ayet mal sahiplerini ahlâkî olarak insanlara yardıma sevk ederek “Ben tok olayım sen acından ölsen bana ne!” zihniyetini yıkarken, ikinci ayet “sen çalış ben yiyeyim” zihniyetini ortadan kaldırmakta ve sosyal adaleti temin etmekte, ticari hayatı emek ve üretim ile hakperest bölüşüm ilkleri üzerine oturtmaktadır. (İşaratu’l-İ’câz, 49) Dolayısıyla bu iki ayet sosyalizm ile kapitalizme cevap vermekte ve yanlışlarını gösterip çare sunmaktadır. Böylece “İslam hangisine daha yakın” gibi yanlış bir yaklaşımın da önünü tıkamaktadır.
1. Özel Mülkiyet ve Serbest Piyasa Ekonomisi
Mülkiyet ve malın kazanımı faaliyeti beraberinde özel mülkiyet, hür teşebbüs, serbest piyasa, üretim faaliyeti, rekabet, iş bölümü ve emeğin kombinasyonu ve sosyal yardımlaşma gibi kavramları beraberinde getirir. Bu kavramları teker teker ele alalım…
Özel mülkiyet insan fıtratının gereğidir ve kökü ilk insana dayanır. Çocuk bile oyuncaklarına sahip olma istek ve eğilimindedir. Hatta aslan gibi bir kısım hayvanlarda dahi mülkiyet ve sahiplilik duygusu vardır. Ancak buradaki problem mülkiyet hakkının eski bir hak olmasından ziyade insanlık tarafından ne şekilde kullanıldığıdır. Mülkiyet hakkının güvence altında olması ve emeğin hakkının korunması hakkın kendisinden daha önemlidir. Zira güven unsuru olmazsa bu haktan istifade edilmez ve insanlar üretim için çalışma ve gayret gösterme cihetine gitmezler. Mülkiyet hakkını güvence altına alan ise devlettir. Bu nedenle devletin varlığının en önemli gerekçesi her şeyden önce mülkiyetin güvence altına alınması içindir. İnsanlığın bütün üretimi ve medeniyetin kaynağı mülkiyet hakkına ve bu hakkın korunmasına bağlıdır. Haklar içinde “hayat hakkından” sonra “mülkiyet hakkı” gelmektedir. Mülkiyet hakkının güvencede olmadığı bir toplumda ne hür teşebbüs ve ne de üretim sağlamaz. Zira siz bir şeyi ürettiğiniz veya bir binayı yaptığınız zaman bir başkası ona sahiplenebilirse hiç kimse üretmez ve çalışmaz.
Hür teşebbüs her şeyden önce kanun, düzen ve ahlaki altyapının oluşmasından sonradır. Teşebbüs hürriyeti ve güven her şeyden önce iktisadi ve ticari ahlakın oluşmasını ve korunmasını sağlar ve teşvik eder. Özgürlük de ancak özel mülkiyetin sonucudur. Zira mülk sahibi olamayan özgür de olamaz ve kendisini birilerine bağımlı hisseder. Bu nedenle özel mülkiyet ile serbest teşebbüs birbirinden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle mülkiyet hakkının sadece devlete ait olduğunu savunan sosyalist sistem üretimde ve kalkınmada başarılı olamayarak çökmüştür.
Özel mülkiyet denince kişinin sahip olduğu ve kullandığı eşyaları ve araba gibi tüketim malzemeleri olmadığını pekâlâ biliyoruz. Kastedilen ve vurgulanmak istenen üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bunlar arsa, arazi ve üzerinde kurulan bina ve fabrikaların özel mülkiyetidir. Bu araçlara sahip olanlar mülklerini sadece kendi sahiplilik duygularını tatmin için kullanmazlar. Onlar mülklerini müşteri memnuniyetini en iyi şekilde sağlayacak şekilde kullanmak zorundadırlar. Bunu yaparlarsa başarılı olur ve mülkiyetleri kendilerinde devam eder, aksi takdirde mülkleri zamanla ellerinden çıkar ve kaybederler. Bu nedenle üretim sahipleri ellerindeki özel mülkiyetlerini insanlara hizmet etmek ve onları en iyi şekilde memnun etmek için kullanmak durumundadırlar. Serbest rekabet ve ticaret bunu gerekli ve hatta zorunlu kılar.
2. Üretim, Ticaret ve Rekabet
Özel teşebbüs sisteminde rekabet kaçınılmazdır. Ancak rekabette dikkat edilmesi gereken şey piyasa şartlarına ve fiyatlarına uymaktır. Rekabet edecek olanlar birim üretim maliyetini Pazar fiyatının altında tutmaktır. Maliyetini ne kadar düşük tutarsa kar marjı da o kadar artacak demektir. Bu nedenle serbest rekabet daha etkin üretim yöntemlerini teşvik eder. Bu durum da maliyetlerini düşüremeyen üreticileri zarar etmeye veya faaliyetlerini başka alanlara kaydırmaya zorlayacaktır.
Rekabette esas olan daha düşük maliyet için malın kalitesini düşürmek değil, bilakis ürünü daha da geliştirme yönündeki rekabettir. Ürün kalitesi arttıkça hayatın konforu ve maddi refah da müthiş derecede artacaktır. İhtiyaçlar insanları üretime zorlarlar. Bilgi de insan ihtiyaçlarını daha kolay ve daha rahat bir şekilde giderebilmek için gereklidir. Biz buna teknik ve teknolojik bilgi diyoruz. Teknik bilginin gelişimi şüphesiz insanların ihtiyaçlarını daha kolay ve daha rahat bir şekilde elde etmesini sağlamaya yönelmiş, bu da hayatı daha yaşanabilir ve iletişimi daha rahat sağlayabilir hale getirmiştir. İletişimin kolaylaşması bilgi akışını hızlandırmış, bilgi akışının hızlanması da teknolojinin gelişimini, o da refahı artırmıştır.
Kapitalist rekabet yeniliklerin araştırılmasına, o da gelişimin müspet yönde artmasını kamçılamıştır. Araştırmalar yeni ürünlerin ortaya çıkmasını, rekabet de maliyetlerin düşürülmesini netice vermiş ve bu sistem insanlığa sayısız nimetler sunmuştur. Sonuçta bütün bunlar Allah’ın insanlığa bahşettiği nimetlerin sonucudur. Medeniyet de Allah’ın tabiatta insanlara ham madde olarak sunduğu nimetlerin insan aklı ve eli tarafından işlenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Sosyalistlerin rekabete karşı olmaları gerçekte medeniyete karşı olmak gibi bir sonucu doğurduğu için gelişen medeniyet de sosyalizmi ezip geçmiştir.
Bizim burada savunduğumuz rekabet elbette insana hizmeti esas alan ve ihtiyaçlarını daha kolay ve daha kaliteli elde etmeye yönelik olan rekabettir. Rekabeti eleştirenler ise dolandırıcılıkta ve insanların birbirlerinin ayağını kaydırma yönündeki rekabete yönelik olmalıdır. İktisadi hayatta adaletin ve ahlakın olmaması maalesef bu gibi olumsuz rekabetlere kapı açmakta, üreticiler ve tüccarlar bundan büyük zarar görmektedirler. Ancak rekabetin böyle olumsuz alanlara yönelmesinin önüne geçmek başka şeydir, rekabete karşı olmak daha başka şeydir. Bir şey bütünü ile elde edilmezse büsbütün terk edilmez. Önemli olan müspet ve insanlığa faydalı olacak şekilde rekabeti geliştirmek ve olumsuz alanlara kaymasını önlemek için gereken tedbirleri de ihmal etmemektir.
Rekabet düşmanlık ilişkileri anlamına gelmez ve gelmemelidir. Rekabet haset duygusundan değil, gıpta ve gayret duygularından kaynaklanmalıdır. Faydalı rekabet dolayısıyla işbirliği ve ekonomik güçlerin birleştirilmesini de sağlayabilir. İstenen de budur. Rekabete dar açıdan bakanlar paradoksal bazı olumsuzlukları görecekleri muhakkaktır; ancak geniş açıdan ve bir adım daha geriden bakıldığı zaman ne derece faydalı ve iktisadi kalkınmayı teşvik ettiği görülecektir.
Rekabetin bir diğer olumlu yönü de Edmund Burke’nin ifade ettiği gibidir. Burke “Karşımıza çıkan rakipler sinirlerimizi güçlendirir ve becerilerimizi artırır. Bu nedenle bizim rakiplerimiz bizim en büyük yardımcılarımızdır” demektedir. Bir futbol oyunu nasıl ki rakip olmadan ve kurallar konmadan, hakeme müracaat etmeden oynanmazsa; ekonomik hayatta da rekabet olmadan iktisadi faaliyetler insanlığın gelişimini sağlayacak ve medeniyeti oluşturacak şekilde gelişme kaydetmez, sadece insanın basit ihtiyaçlarını karşılamaya münhasır kalır.
3. İş Bölümü ve Çalışma Ortamının Düzenlenmesi
Kapitalist sistemde iş bölümü, insan kaynaklarının yönetimini ve emeğin kombinasyonu önemlidir. Bu husus “Milletlerin Zenginliği” kitabında Adam Smith tarafından çok güzel anlatılmıştır. Adam Smith “Emeğin üretimdeki en büyük gücü, emeğin uyguladığı alandaki bilgi, beceri ve muhakemenin düzenlenmesi ve iş bölümü sayesindedir” demektedir.
İş bölümünün en önemli başarısı zaman yönetimi ve tasarrufuna sebep olmasıdır. Makinelerin iş hayatına girmesi ve makinayı kullanan insanın beceri ve bilgisi üretimi artırdığı gibi zaman tasarrufunu da sağlamış, kısa zamanda daha kaliteli ve daha çok malın üretimine sebep olmuştur. İğne üreticilileri bir araya gelerek iş bölümü yaptıkları zaman, biri ateşe sokmuş, biri ucunu sivriltip, diğeri deliğini delince günde her adama on iğneye bedel yüz iğne düştüğünü görmüşler. (Bediüzzaman, (İhlas Risalesi) Lem’alar, 2005, s.400 ) Teşrik-i mesai, yani iş bölümü sayesinde üretim maksimum seviyeden artar. Evet, iyi yönetilen ve iyi bir iş bölümü yapılan işletmelerde ve toplumlarda üretimde büyük artışlar sağlandığı gibi en üst tabakadan en alt tabakaya kadar herkes refahtan kendine düşen payı maksimum seviyede alır.
Çağdaş iktisatçılardan Ludwing von Mises “İş bölümü ile emek ne derece bölünürse verim o kadar artar” diyerek çalışmada ve üretimde iş bölümünün önemini anlatmıştır. Evet, iş bölümü ile yapılan işler tek başına yapılan işlerden çok daha verimli olduğunu kavramak insan aklının eseridir. (Ludwing von Mises, Human Action, 144) İş bölümü yanında çalışma ortamının işe ve verime elverişli, zaman kaybını ve israfı önleyecek şekilde düzenlenmesi de verimi azami derecede artıracağı bir gerçektir.
4. Sosyal Yardımlaşma
Teşrik-i mesai, yani iş bölümü sosyal yardımlaşmayı beraberinde getirir ve bu ikili birbirinden ayrılmaz. İnsan ihtiyaçları yeryüzüne dağılan ve hayalinin gittiği yere kadar ihtiyaçları uzanan çok geniş kabiliyet ve sonsuz ihtiyaçlara sahip bir varlıktır. Tüm ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacağı daima için başkalarının yardımına muhtaçtır. Bu ihtiyaç onu sosyal bir varlık haline getirmiştir. Bu nedenle Hz. Ali (ra) “İnsan fıtraten medenidir” demiştir. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s.159)
Toplumda uyumlu davranış işbirliğidir. Bu nedenle farklı yetenek ve kabiliyetlerin tamamı bir başkasına faydalı olma amacına yöneliktir. Yaratıcı farklı kabiliyetler ve yetenekleri insanlara vererek insanların birbirlerinin ihtiyacına hizmet etmesini amaçlamıştır. Burada sıkıntılı olan şey ve bireylere yapılacak olan en büyük zulüm ve haksızlık yeteneklerinin ortaya çıkmasını engellemek ve bireyi kabiliyeti olmayan alana zorlamaktır.
İnsanlar birbirlerine yardımseverliklerinden dolayı değil, ihtiyaçlarından dolayı yardımcı olmak zorundadır ve ister istemez yardım ettiklerinin farkında da değillerdir. Bir ekmeği yemek için kaç ele muhtaç olduğunu ve ister istemez manen onların ellerini öpmeye mecbur kaldığını düşündüğümüz zaman biz menfaatimizi takip ederken ve farkında olmadan insanlara ve topluma yardımcı olduğumuzu görürüz. Bu sosyal hayatın bir gerçeği ve gereğidir. Ancak şuurlu ve akılcı birliktelikler ve işbölümü içinde yapılan şuurlu faaliyetler bizi zengin yapar ve refahımızı artırır. Aksi takdirde şuursuzca yaptığımız ve akıllıca olmayan zorunlu yardımın bize sadece kendi amacımızı takip etme konusunda kısır bir fayda sağlar.
Sosyal hayatta genel kabul gören yardımlaşma “bana istediğini ver ve sen de benden istediğini al!” şeklinde menfaat temeline dayanır. Biz bu yardımlaşmanın farkında değiliz ve ancak yardımlaşmayı menfaatimizden fedakârlık ederek bir başkasına fayda sağlama olarak anlayıp varlıktaki yardımlaşmayı dar bir dairede görmekteyiz. Gerçekte hayatın tamamı ihtiyaç ve yardımlaşma şeklindedir. Madenlerden bitkilere, bitkilerden hayvanlara ve hava, su, güneş gibi unsurlara kadar cereyan eden bir “Yardımlaşma Kanunu” vardır ve insan da bu genel kanunun bir uygulayıcısı olmak durumundadır.
Adam Smith sosyal hayatı ve yardımlaşma kanununu ihtiyaç, menfaat ve talep bağlamında düzenleyen “gizli bir elin” varlığından bahseder. (Milletlerin Zenginliği, 1:421) Bu gizli el elbette varlığı ve insanı yaratıp ihtiyaç ve rızık peşinde koşturan ve rızkı ummadığı yerden veren görünmeyen Allah’tır.
5. Kapitalizm Adaletsiz Bir Sistem Midir?
Kapitalizm denen “Serbest Piyasa Ekonomisi” adil değil midir? Sosyalistler genellikle kapitalizmin bir sömürü sistemi olduğunu ve bu nedenle adil olmadığını savunurlar. Bu konuda John Bates Clark’ın “Zenginliğin Bölüşümü” isimli eseri gereken cevabı vermektedir. Clark’ın tespitine göre “Serbest rekabet emeğe, emek ürettiği sermaye sahibine ve girişimciye ve de sermaye sahiplerinin üreticilerin her birine kazanımını ve zenginliğini verme eğilimindedir.” Serbest rekabetin sonucu “herkese ürettiğini vermesi” şeklindedir. Bu durumda zenginler işçilerin ürettiklerini çalmaz, bilakis emeklerinin karşılığını verirler. Bu da emeğin karşılığının verilmesi sonucunu doğurur ve adil olan da budur. Bununla beraber serbest piyasadaki “bölüşüm” prensibi herkesin her ürettiğinin veya üretime katkı sağladığı şeyin değerini tam olarak alabileceği anlamına gelmez ve gelmemelidir. İşçinin üretimdeki katısının karşılığı aldığı ücret “piyasa” değeridir. Yani işçinin üretime katkısının toplum tarafından ölçülen ve verilen değerlerdir. Bu sistem adil değilse bundan daha adil olan bir sistem henüz keşfedilmiş değildir.
Piyasa dediğimiz zaman fiyatlar, ücretler, kiralar, kayıplar, nisbî kar marjlarını ve diğer maliyetlerin tümünü hesap etmek gerekir. Bu nedenle serbest piyasa salt maksimum üretimi değil, aynı zamanda optimum üretimi de sürekli olarak başarmak durumundadır. Piyasada sürekli değişen fiyat ve maliyet ilişkileriyle sağlanan teşvik ve caydırıcılık yoluyla binlerce farklı mal ve hizmet fiyatı birbiriyle uyumlu hale gelir ve piyasada dinamik bir denge sürdürülür. Bu denge herhangi bir bireyin arzusunu yansıtması gerekmez. Bu var olan tüm üretici ve tüketicilerin ortak bileşkesini ve ortak arzusunu yansıtma eğilimindedir. Müşterilerin arzu ve talepleri sonuçta tüketiciyi frenler veya teşvik eder.
6. Hürriyetin Serbest Piyasa İşlevi
Serbest piyasa ekonomisi ekonomik özgürlük sistemi olmakla beraber ahlakî boyutunun da olduğu bir sistemdir. Ahlak da ticari ahlak da ancak uzun süre özgürlüğü tatmış olan toplumlarda gelişme kaydeder. Hürriyet ahlaki değerlerin oluşmasını sağlayan en mümbit bir zemin ve en güzel sosyal ortamdır. Bireyin var olan manevi değerleri onaylaması, geliştirmesi ve ahlakî açıdan faydalanması bireyin ancak hür iradesi ile tercihine ve sorumluluk duygusuna sahip olmasına bağlıdır. Bunun için de hürriyet ortamının en geniş şekilde oluşması şarttır. Bu nedenle iktisat uzmanlarından F. A. Hayek “Ahlak ve ahlâkî değerler sadece özgürlük ortamında gelişir” demektedir.
Kapitalizm denen serbest piyasa ekonomisi sistemi hürriyet, adalet ve üretkenlik sistemidir. Bu nedenle zorba sistemlerden her bakımdan üstündür. Gerçekte “hürriyet, adalet ve üretkenlik” birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlar. İnsan ancak özgür olduğu zaman ahlaklı olabilir. Zoraki ahlak riyadan ve yapmacık olmaktan kendisini kurtaramaz. İnsan ancak hür iradesini kullanarak seçme hürriyetine sahip olduğu zaman doğruyu yanlıştan ayırt edebilir. Yine seçme hürriyeti olduğu zaman emeklerinin karşılığını ve meyvesini alabilir. Ve yine seçme hürriyetine sahip olduğu zaman kendisine adil davranıldığını hissetmeye başlar.
Ücret ve mükâfatın kendi gayretine ve çalışmasına ve bu çalışma sonucu üretimine bağlı olduğunu bildiği ve bunun meyvesini aldığı zaman üretimi en üst seviyeye çıkarma motivasyonuna sahiptir. Yine üretmek ve başarmak için yekdiğerine yardım ederek işbirliği yapma motivasyonuna sahiptir. Sistemin adaleti de onun garanti ettiği hürriyetten kaynaklanır. Ve sistemin üretkenliği de onun sağladığı ödüllerin adaletinden kaynaklanır.
Sonuç
Kapitalizm mülkiyeti esas aldığı, adalet, hürriyet ve ahlaki değerlere önem vererek serbest rekabet ve üretim hedefine yöneldiği, insanın ihtiraslarının ve bencilliğinin sonucu olan “sen çalış ben yiyeyim” felsefesini ve faizi esas almadığı sürece dengeli ekonomik hayatın gereğidir. İnsanın sınırsız kazanma hırsını frenleyerek medeniyetin ve sosyal hayatın dengesini koruyacak olan “sen acından ölürsen öl bana ne!” demeyerek sosyal yardımlaşmayı teşvik ettiği ve üreticinin hakkını koruduğu sürece en iyi ekonomik sistemdir. Dolayısıyla da alternatifi yoktur. Sosyalistlerin itirazı da özellikle üreticiyi ve fakiri sömürü sistemi haline gelmesinedir. Bu da faizin yaygınlaşması ile olur. Ancak faiz sisteminin yerine ticaret ve serbest rekabeti koyan ve yardımlaşmayı ahlaki bir erdem olarak kabul eden kapitalist sistem bu mahzurları ortadan kaldırmış sayılır. Bu nedenle “adil ve ahlaki olmayan bir sistem” eleştirilerine de cevap vermiş olur. Böyle olunca da insan fıtratının gereği olan mülkiyetin emeğe saygı ve adil bölüşüm ile sınırlandırılması ile alternatifi olmayan bir sistem haline gelmiş olur. Zaten İslam dini, yani Kur’an-ı Kerim de mülkiyeti esas kabul eder, kazanımın ahlaki ve emek karşılığı olmasını, faizin yasaklaması ile haksız kazanç ve rekabeti yasaklar. Hak sahibine hakkını vermek ve hakkı olmayanı almamakla beraber yoksula, fakire ve muhtaca “zekât” ile yardımcı olmak şartıyla mülkiyete sınır getirmez. Kapitalist sistem Allah’ın emri olan zekatı esas alır ve yasağı olan faizi meşru kabul etmezse İslam’dan da nasibini almış ve İslami bir sistem olmuş olur.
Not:
Bu makale Henry Hazlitt’in “Kapitalizmin Etiği” isimli kitaptan istifade edilerek hazırlanmıştır. Kitabın orjinali: Henry Hazlitt, “The Ethics of Capitalism”, The Foundations of Morality, The Fondation for Economic Education, New York, 1994, Böl: 30, s. 301-324.