M. ALİ KAYA
Giriş
İslam dini insan fıtratına hitap ettiği ve insanlığa cumhur-u nâsın gidebileceği Cadde-i Kübra’yı ve yapabileceği kolay amelleri, yüklenebileceği çok kolay sorumlulukları getirmiş ve dünyayı ihmal etmeden ahireti kazanmanın yollarını göstermiştir. Böylece hayata denge ve düzen getirmiş, dünya ve ahiret dengesini kurmuştur.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde ölçüye ve dengeye çok değer vermiştir. Ölçü anlamındaki “vezn” ve “mizan” kökünden 23 adet ayette farklı yönlerden ölçülü ve dengeli olmayı, ölçüyü ve tartıyı düzgün tutarak her yönden adaleti ayakta tutmayı ve istikametten ayrılmamayı tavsiye etmiş ve yol göstermiştir.
Yüce Allah kâinatı nizam ve intizam ve denge ve düzende tutmak için her şeyi ölücüye göre yaratmıştır. (Kamer, 54:49.) “Allah göğü yükseltmiş ve ölçüyü koymuştur.” (Rahman, 55:7.) “Arzı da yaymış ve orada sağlam dağlar yerleştirmiş ve onlarda ölçülü ürünler bitirmiştir.” (Hicr, 15:19.) Allah’ın her şeyi ölçülü ve dengelidir. Her şeyi şaşmaz bir ölçü ile yaratmıştır. “Allah her indirdiği şeyi (yağmur, kar, bereket vs.) belli bir ölçü ile indirir.” (Hicr, 15:21.)
Ölçü ve denge adaleti netice verir. Bu sebeple ahirette de ameller ölçülecek ve her hak sahibine hakkı verilecektir. “Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız” (Enbiya, 21:47.) ayeti ölçünün ve mizanın adaleti sağlayan bir unsur olduğunu ifade etmektedir.
Yeryüzüne ölçüyü koyan ve her varlığı belli ölçülerle koyan yüce Allah insanlara da ölçülü ve dengeli olmalarını emretmektedir. Böylece insan kainattaki ölçüye ve dengeye uyacak ve hayatta amacına ulaşacak ve başarılı olacaktır. Zira Allah’ın Tevfik ve yardımını isteyen insan Allah’ın koyduğu kanunlara uyarak Allah’tan isteyecektir. Allah’ın koyduğu kanunlara uymadan Allah’ın yardımını istemekle Allah’ın yardımını alamaz. Zira Allah kanunlara uymayana yardım ederek kendi koyduğu kanunlara aykırı hareket etmez. Devlet de öyle değil midir? Devlet memurunun kanunlara aykırı davranması ve kanunlara aykırı davrana kişiye yardımcı olmadığı gibi Allah da koyduğu kanunlara aykırı hareket edene yardım etmez. Bu durumda Allah’ın kâinata koyduğu kanunları öğrenerek ve keşfederek ona uygun hareket ederek Allah’ın yardımı elde edilir ve başarı sağlanır. Aksi başarısızlıkla ve tevfiksizlikle, Allah’ın yardımından mahrum kalmakla cezalandırılır.
Bediüzzaman hazretleri 1909’da Meclis-i Mebusan’daki vekillere hitaben yazdığı bir makalesinde şöyle diyordu: “Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.” (5 Mart 325 / 18 Mart 1909, Dinî Ceride, No. 77.)
Bediüzzaman yine “Kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet vardır. Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer” () buyurarak Allah’ın kâinatın düzeni için kâinata koyduğu kanunlara ve düzene uygun davranmakla başarılı hizmetler yapılacağını ve Allah’ın yardımını bu şekilde alabileceklerini ifade eder. (Lem’alar, 2005, Yirmi İkinci Lem’a, s. 409.)
Allah Her Şeyi Ölçü ve Mizanla Takdir Etmiştir
Yüce Allah “Ölçüyü tartıyı tam yapın, insanların mallarının değerini düşürmeyin, ıslah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” (A’raf, 7:85.) ferman eder. Yeryüzünde meydana gelen fesat ve ifsadın sebebinin ölçüye ve tartıya uymamaktan kaynaklandığını bu ayet açıkça ifade ederek insanları ikaz etmektedir. Gerçekten de yeryüzünde ticarette ölçülü ve hukukta adaletli davrananlar Allah’a iman etmemiş veya şirk koşmuş olsalar dahi başarılı olmakta, fitne ve fesattan kurtularak müreffeh ve adil bir hayat sürmekte, devletleri de ikballeri de mükemmel olmaktadır.
Yüce Allah insanlara “ölçü ve tartıyı adaletle yapın!” (En’am, 6:152.) ferman eder. Allah Şuayb’in (as) kavmini ölçü ve tartıda hile yaptıkları için helak etmişti. Allah katında ölçünün, tartının, dengeli ve adaletli olmanın bu derece önemi vardır.
Mizanın ölçü ve denge manasına gelmesini nazara alanlar Rahman Suresinde “Göğü yükselttik ve mizanı koyduk” (Rahman, 55:7.) ayetini “akıl” manasını da yüklemişlerdir. (Maturudî, Te’vilat-u Ehl-i Sünne, 9:464.) Zira devamındaki ayette “Ölçüyü koydu ki dengeden sapmayasınız. Ölçüyü düzgün tutup eksik tartmayasınız” (Rahman, 55:8-9.) buyurmuştur. Dengeli ve düzenli, ölçülü ve adaletli bir hayat ancak akılla mümkündür. Bu sebeple akılla denge ve düzen tutturulur ve akılla istikamet ve adalet sağlanabilir.
Asya halkının fakirliğinin sebebi Allah’ın kâinata koyduğu bu kanunlara ve ölçülere uymamaktan ve “tenbelâne bir tevekkül” anlayışından kaynaklanmaktadır. Allah’ın yasalarına uymadan Allah’tan yarım bekledikleri için Allah’ın yardımından mahrum kalmakla cezalandırılmış ve fakir kalmışlardır.
İslam, Dünya ve Ahiret Dengesini Kurmuştur
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Dünya dâru’l-hizmet, ahiret dâru’l-ücrettir” buyurarak dünyanın çalışma ve hayırlı ameller peşinde koşma yeri olduğunu Allah’ın hikmetinin bunu iktiza ettiğini ifade eder. Ayrıca Allah dünyada “Hakîm, Müdebbir, Mukaddir, Munazzım” isimleri gereği hikmetiyle sonuçları sebeplere bağlamıştır. Sonuç almak isteyen onun sebeplerine sarılması sonra Allah’ta tevekkül ederek Ondan istemesi gerekir. Hakiki tevekkül budur. Kanaat da çalışmaya kanaat değil, ücrete kanaattir. Çalışmaya kanaate tembellik denir ki İslam’da en mezmum ve çirkin halet budur. Dünyada “Hakîm” ismi bunu iktiza eder. Ahirette ise hikmetten ziyade küret iş gördüğü için sebeplere gerek kalmaz Allah kudreti ile bir anda zamansız yaratır. Bu cihetle “dünya dârul-hikmet, ahiret ise dâru’l-kudrettir.”
“El-Fakru Fahrî” Hakikati
“Teşbih ve temsiller havassın elinden avamın eline geçtikçe hakikate ınkılab eder” der Bediüzzaman. Buna “Dünya Sevr ve Hut (Öküz-Balık) üzerindedir” (Aliyyu’l-Muttaki el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, H. No: 15216; Hâkim, Müstedrek, 4:636; Münziri, Tergib ve Terhib, 4:257.) hadisini misal verir. Âlem-i misalde dünyaya müekkel iki melek olan Sevr ve Hut’un avam tarafından kocaman bir öküz ve balık olarak anlaşıldığına dikkatimizi çeker. (Lem’alar, 14. Lem’a, 95.)
Malum bir sözün, bir kelimenin “hakikat, mecaz ve kinaye” olmak üzere üç ayrı manası vardır. Odun kelimesi hakiki manada yakılması gereken ağaçtır. Söylendiği manada kullanıldığı zaman hakikat olur. Hakiki manasının dışında kullanılırsa buna mecaz denir. Ayrıca bir kelime “teşbih” benzetme olarak da kullanılmaktadır. “Aslan gibi” tabiri bir teşbihtir, hakiki manada aslan değildir. Şayet bir adama “odun kafalı” diyorsak burada odun mecazi manayı ifade eder ve kafası çalışmıyor demektir. Hakiki manasının tersi bir manada kullanılmış ise o zaman “kinaye” olur.
Aynı şekilde Peygamberimizin (asm) “El-fakru fahrî” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2:87.) hadisini de “bir lokma bir hırka” şeklinde anlamak da böyledir. Bu hadiste anlatılmak istenen ise Allah’ın Ganî/zengin olduğu, insanın ise fakir/muhtaç olduğu hakikatidir. Bediüzzaman’ın izahı ile “insan aciz ve fakir, nakıs ve kusurlu yaratılmıştır. Ta ki Allah’ın kudret ve gınasına, kemaline ve affına mazhar olsun ve onu bu isimleri ile tanısın, rahmetini ve merhametini celbetsin. İnsan fakirliğini ve aczini hissettiği ölçüde Allah’ın ihsanına, ikramına kudret ve keremine, lütuf ve ihsanına layık ve mazhar olur. Peygamberimiz (asm) bu yönü ile “Fakirliğim, yani Ganîy olan Allah’ın kudretinde, gınasına, rahmet ve keremine ihtiyacımla övünürüm” buyurmaktadır.
Niyazi Mısrî bu hakikati şöyle ifade eder:
“Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete
Fakr-ı fahrîdir Niyazi, bil o devletten garez.”
Yine şairler şöyle ifade etmişlerdir:
“İren fakrın tamamına / Kanar vuslatın câmına
Fenâ-fillah makamına / Ulaşan mahvu’llah olur.”
Dünyanın Dengesi Yüzde Yirmi Zenginliğe Müsaade Eder
Dünya üzerine her zaman zenginlerin sayısı fakirlerden çok daha azdır. İnsanların ancak yüzde yirmisi zengin olabilir. Allah dünyaya böyle bir denge kurmuştur. Zenginler fakirler sayesinde zengin olurken, fakirler de zenginler sayesine geçimlerini temin ederler. Bu durumda zengin ile fakirler arasında denge kurabilmek için yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde zenginlere zekâtı emretmiş ve faizi yasaklamıştır. Zira toplumlardaki tüm ihtilallerin ve anarşinin temelinde zengin fakir kavgası vardır. Yüce Allah zekât ile zenginleri fakirlerin yardımına koşturmakla fakirlere zenginlere saygı duymalarını ve dua etmelerini sağlamış, zenginleri de fakirleri ezdirmemiştir. Faizi yasaklamakla da “Sen çalış ben yiyeyim” anlayışını ortadan kaldırmış, hep beraber çalışıp adil bir şekilde bölüşmeyi emretmiştir. Böylece zenginden merhamet, fakirden de hürmet ve dualar sayesinden aradaki dengeyi sağlamış, anarşi ve ihtilallerin önünü kapatmıştır.
Peygamberimizin (asm) fakirleri öven hadislerine baktığımı zaman bulunduğu zamanı da dikkate almak gerekir. Müslümanların Mekke’de tüm varlıklarını bırakıp Allah için dinlerini korumak amacı ile Medine’ye hicrete mecbur oldular. Medineli Müslüman olmayan Yahudilerin ve zengin müşriklerin Muhacirleri aşağılamasına, onların da zenginler karşısında fakr-u zaruretlerinden dolayı ezilmesinin önünü almak için fakirler ve zenginlerle ilgili hadislerini ifade etmişlerdir. Böylece zenginleri sadaka ve zekâta teşvik ederken, fakirleri de sabır ve sebatla çalışamaya ve kazanmaya, zenginlerin karşısında haysiyet ve şereflerini korumalarını sağlamış, kıyamete kadar ümmetin fakir ve zenginlerine hakikat dersi vermiştir.
İslamiyet üstünlüğün zenginlikte veya fakirlikte, makam ve mevkide değil, “Takvada” (Hucurat, 49:13.) olduğu hakikatini ortaya koyarak insanın kim olursa olsun haysiyet ve şerefini, insanlık onur ve faziletini korur. Peygamberimiz (asm) insanlık şerefini korumak için “Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği; ama ‘şu şöyle olacak’ diye yemin ettikleri zaman isteklerinin Allah tarafından kabul edildiği kimselerdir” (Buhari, Eyman, 9; Müslim, Cennet, 47.) buyurur.
Zenginlere ziyafet verdikleri zaman fakirleri davet etmelerini teşvik için “Yemeğin en kötüsü, zenginlerin davet edilip fakirlerin mahrum bırakıldığı yemektir” (İbn-i Mâce, Nikah, 25.) buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (asm) “Çiftlik ve akar edinerek dünyaya rağbet etmeyin!” (Tirmizi, Zühd, 20; Müsned-i Ahmed, 1:377.) buyururken manevi değerleri, ilmi ve dini terk ederek bunlara rağbet etmeyin buyurmuştur, yoksa zenginlikle beraber ilim ve dine rağbet etmek elbette rağbet edilecek en güzel şeydir.
Yine Peygamberimizin (asm) “Dünyadan ve içindekilerden yüz çevir ki Allah seni sevsin; halkın elindekilerden yüz çevir ki insanlar seni sevsin” (İbn-i Mâce, Zühd, 1.) Bu hadisin manasını “Allah’tan iste ki Allah seni sevsin, insanlardan bir şey istemeyin ki insanlar seni sevsin” şeklinde anlaşıldığı için halk arasında böyle ifade edilmektedir. Burada anlatılmak istenen husus da “dünyayı kesben değil, kalben terk etmektir.” Buna “El işte gönül haztette olmalı” şeklinde ifade edilmiştir.
Mevlânâ Mesnevide bunu şöyle ifade eder: “İnsan bir gemiye benzer. Dünya malı ise denize. Denizin suyu geminin yüzmesi için gereklidir; ancak gemi delinir de su almaya başlarsa batar. Bu sebeple dünya malı insanın kalbini meşgul etmemelidir. Kalpte Allah sevgisi olmalı, dünya malı da Allah için kazanılıp Allah yoluna harcanmalıdır.”
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu konudaki temel ölçüyü şu şekilde ortaya koyar:
“Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü, Cenab-ı Hakkın esmasına bakar; onların nukuşunu gösterir, mana-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır. İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zaildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir. Kur’ân-ı Hakîm’in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.” (Sözler, 702.) Dünyanın Esma-i İlahiyeye ve ahirete bakan yüzünü sevmek ve bunlara rağbet etmek sebeb-i noksaniyet değil, sebeb-i kemaldir. Sahabeler ilk iki yüze bakıp dünyaya çok dalmışlardır.
Dünya Hayatının Mahiyeti
Dünya hayatı insanın imtihan vesilesidir. Allah Kur’an-ı Kerimde “Hanginiz salih amel işleyecek, bunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O Allah Azizdir ve af dileyenleri de çokça bağışlayan ve affedendir” (Mülk, 67:2.) buyurarak dünyanın mahiyetini bize haber vermiştir. İmtihan ise kabiliyetlerin inkişafına ve insanın kemaline sebeptir. Okullardaki imtihanlar da böyle değil midir?
Peygamberimiz (asm) fani dünyanın nefsani ve cazibedar üçüncü yüzüne kapılmamamız ve imtihanı kaybetmememiz için bizleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya aldanmaktan sakının, kadınlara kapılmaktan korunun. Çünkü İsrailoğullarında ilk fitne kadınlar yüzünden çıkmıştır.” (Müslim, Zikir, 99; Tirmizi, Fiten, 26.)
Yine buyurdu: “Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılmasından ve gönlünüzü onlara kaptırmanızdan korkuyorum.” (Buhari, Zekât, 47; Cihad, 37; Müslim, Zekât, 121-123.) “Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır, ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizi, Zühd, 26.) Burada fitne imtihan anlamındadır. İnsanların dünyada imtihan vesileleri mal, kadın, makam, servet ve şöhret olduğu gibi, evlat, hastalıklar, musibetler, ilim gibi insana verilen bütün nimetler ve insandan alınan bütün şeylerdir. Her an ve her zaman imtihan edildiğimizin farkında ve şuurunda olmak gerekir ve ona göre ölüp hesap vereceğimizi düşünerek hareket etmelidir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri dünyanın mahiyetini şöyle izah eder:
“Dünya, muvakkat bir ticaretgâh; her gün dolar boşalır bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve Nakkaş-ı Ezeli’nin teceddüt eden, hikmetle yazar bozar bir defteri; ve her bahar, bir yaldızlı mektubu; ve her bir yaz, bir manzum kasidesi; ve o Sani-i Zülcelâl’in cilve-i esmasını tazelendiren, gösteren âyineleri; ve ahiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhıdır.” (Lem’alar, 521.)
“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Halık’ımızı, Malik’imizi ve Mevlâ’mızı bilmediğimiz takdirde, Cennet olsa bile, Cehennemdir.” (Mesnevi, 167.) Bu sebeple, mü’min olan bir insanın “lezzetleri zehirli bala benzeyen ve ömrü kısa olup sür’atle zeval ve gurûba giden dünyayı kesben değil, kalben terk etmesi lâzımdır.” (Mesnevi, 201.)
Efendimizin (asm) “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır” (Beyhaki Şuab-ı İman, 7:338.) diyerek işaret ettiği sevgi, dünyanın fena yüzüne olan sevgidir. “Dünyanın, ahirete ve Esma-i İlâhiyeye bakan güzel iç yüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû-i istimal ederek fani, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf etmesi” (Lem’alar, 522.) bütün hataların ve sapmaların başıdır. Bu sebeple, mü’min insan, “dünyayı ve ondaki mahlûkatı mana-i ismiyle değil, mana-i harfiyle bakıp sevmelidir.” (Sözler, 1043.)
“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim, Zühd, 1; Tirmizi, Zühd, 16.) hadisinde anlatılmak istenen Mü’minin, dünya hayatında arzu ve isteklerini sınırlamak, kendini kontrol etmek, belirli kurallara uymak ve nefsini dizginlemek mecburiyetinde olduğunu ifade etmekten çok ahiretteki cennet hayatına kıyasla dünyada ne kadar refah içinde olsa da zindan gibi olduğunu ifade etmek içindir. Kâfir için ise ahirette çekeceği azaba göre dünyada ne kadar sıkıntı ve azap içinde olsa da ahirete göre cennet sayılacağını ifade etmek ve kafirin cehennemde çekeceği azabın büyüklüğünü ifade etmek içindir.
Yine dünya âhiret kıyaslaması yapılarak âhiretin sonsuzluğu, sınırsız nimetleri, dünyanın geçiciliği ve sıkıntıları karşısında Peygamberimiz: “Allahım! Gerçek hayat sadece âhiret hayatıdır.” (Buhari, Rikak, 1; Müslim, Cihad, 126.) buyurarak âhiret hayatının unutulmamasına ve ihmal edilmemesine işâret etmektedir. Zira mantık ve matematiğin gerçekliliğine göre “Bir sayının sonsuza bölümü sıfırdır.” Peygamberimiz (asm) ahiretin ebedi hayatına göre dünya hayatı fani olduğu için kıyamete kadar yaşayan için dahi sıfır olduğunu ifade etmek istemiştir. Böylece bu hadiste dünya hayatının, ebedî olan âhiret hayatına tercih edilmemesi vurgulanmaktadır.
Allah’ın ve Resulünün Sevdiği İdeal İnsanlar
Peygamberimizin (asm) fakirleri teselli eden sözleri olduğu gibi zenginleri öven ve onlara yol gösteren hadisleri de vardır. “Doğru ve güvenilir tüccarın peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle birlikte haşrolunacağını” (Tirmizi, Büyu, 4; İbn-i Mâce, Ticaret, 1.) ifade eden hadis bunlardan birisidir. Bununla beraber zenginleri ikaz eden ve onları irşad eden hadislerden birisi de şudur:
“Uyanık olunuz! Dikkat edin! Şüphesiz dünya değersizdir melundur; Allah’tan uzaktır. (Lanet Allah’tan uzaklık anlamındadır.) Dünyada olan mal mülk de kıymetsizdir. Ancak Allah Teâlâ’nın zikri ve O’na yaklaştıran şeylerle, öğretici alim veya öğrenici talebe olmak müstesnadır.” (Tirmizi, Zühd, 14; İbn-i Mâce, Zühd, 3.) “Eğer dünyanın, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.” (Tirmizi, Zühd, 14; İbn-i Mâce, Zühd, 3.)
Yüce Allah kâinatı ve her şeyi insan için ve insanın istifadesi için yaratmıştır. (Bakara, 2:29.) İnsan Allah’ın nimetlerinden istifade edecektir ki Onu nimetlerinin aynasında tanıyarak şükür vazifesini ifa etsin. Bu sebeple yüce Allah “Yiyin için israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez” (A’raf, 7:31.) buyurur.
Kur’ân-ı Kerim Kur’an’da dünya nimetlerinden uzak kalınmaması ve bu nimetlerin terk edilmemesini ister: “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?” (A’raf, 7:32.) “Ey iman edenler Allah’ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri kendinize haram kılmayın. Normal sınırı da aşmayın. Allah haddini ve sınırı aşanları sevmez.” (Maide, 5:87.) buyurur. İnsan ne Allah’ın nimetlerinden kendisini mahrum edecek ne de Allah’tan ve ahirette vereceği hesaptan gafil olacak şekilde davranamaması gerekir. Allah’ın nimetlerinden aşırıya kaçmadan ve israfa girmeden istifade edecek ve Allah’a şükretmek için, şükreden bir kul olmak için helal dairesinde istifade edecektir.
Peygamberimiz (asm) “Salih kul için helal mal ne güzeldir” (Müsned-i Ahmed, 4:197, 202.) buyurarak helal malın salih insan için hayırlı olduğunu ifade eder. Yeryüzüne Allah’ın sâlih kullarının hâkim olacağını (Enbiyâ, 21:105), erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak sâlih ameller peşinde koşanlara Allah’ın güzel bir hayat yaşatacağını ve onlara âhirette çok değerli ödüller vereceğini bildiren âyetlerle (Nahl, 16:97.) Allah yolunda harcanacak helal malın ne kadar değerli olduğunu ve mü’mine dünyada ve ahirette büyük saadet olduğunu ifade etmektedir.
“Hayır” kelimesi, iyi ve güzel olan şeyler için kullanılır. Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah dünya malı için de “hayır” ifadesini kullanır. Nitekim, “İnsan hayrı çok sever” (Âdiyât, 100:8.) meâlindeki âyette hayır bütün tefsirlerde mal kelimesiyle karşılanmıştır. Hz. Süleyman’ın cins atlara olan düşkünlüğü de “hayır sevgisi” diye ifade edilmiştir. (Sâd, 38:32.) Taberî bu âyeti açıklarken, “Araplar ata hayır derlerdi; aynı şekilde malı da hayır diye adlandırırlardı” der (Câmiʿu’l-Beyân, 23: 154-155.) Bazı âyetlerde ölen kişinin geride mal bırakması “hayır bırakma” olarak (Bakara, 2:180), insanlara malî yardımda bulunulması da “hayır infak etme” şeklinde ifade edilmiştir. (Bakara 2:215, 272, 273.)
Peygamberimiz (asm) “Altın, gümüş, kumaş ve abaya kul olanlar helâk oldular. Eğer onlara istedikleri verilirse hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmazlar.” (Buhari, Rikak, 10; İbn-i Mace, Zühd, 8.) “…Sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhari, Rikak, 7: Cizye, 1; Müslim, Zühd, 6.) buyurmuşlardır. Bu hadiste Hz. Peygamber’in, ümmeti için fakirlikten korkmaması insanın fıtratında fakirliğe karşı bir meylin olmaması, dünya ve nimetlerine karşı endişeli olması ise, insanın fıtratında dünya ve nimetlerine karşı bir meylin olması ve bu meylin insanı aşırılığa götürme endişesi sebebiyledir. “Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye aşırı düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.” (Tirmizi, Zühd, 43.) hadisi bunu anlatmaktadır.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Öyle kimseler vardır ki, bunları ne ticâret, ne de kazanma hırsı, Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyabilir; böyleleri kalplerin ve gözlerin dehşetten döneceği Gün’den korkarlar.” (Nur, 24:37.) buyurur. Bu âyette ideal insan tipi tarif edilmektedir. Âyette ticaretin, dünya ile olan ilişkisinin, kişiyi hiçbir surette Allah yolundan alıkoymaması gerektiği vurgulanmaktadır. Ticâret ve mal, kişi ile Allah arasına giren bir engel olmamaktadır. Kişi hem ticaretiyle meşgul olmakta hem de Allah’a karşı olan görevlerini aksatmamaktadır. İdeal seviyede olan böyle bir kişi, Allah tarafından övülmekte ve örnek olarak diğer insanlara gösterilmektedir.
Zenginliği Öven Hadisler
Hayatta sa’y asıl ve esastır. Zenginlik, medeniyet, kültür, teknik ve teknolojik gelişmeler hep çalışmanın ürünüdür. Yüce Allah ham maddeyi yaratmış ve insana akıl vererek bu ham maddelerden mamul madde üretmesini istemiştir. Yaratan Allah üreten insan aklı ve çalışmasıdır.
Zenginlik kaynakları güneş, hava, su, toprak, madenler, orman gibi Allah’ın yarattığı yeraltı ve yerüstü kaynaklarıdır. İnsan Allah’ın verdiği bu kaynakları aklı ile kullanarak kendi kabiliyetlerini geliştirmekle beraber kendisine yardım ederken dolaysıyla topluma faydalı olur ve katkı sağlar. İnsanlık ve medeniyet böyle gelişir.
İslamiyet tembelliği, insanlara yük olmayı ve topluma zararlı olmayı yasaklamış, “İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır” (Buhari, Megazi, 35.) buyurarak faydalı olmaya “Sanatkâr Allah’ın sevgili kuludur” (Taberani, Evsat, 8:80; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2:88.) buyurarak sanat ve meslek sahibi olmayı Allah’ın sevgisini kazanma aracı göstermiştir. İnsanın insaniyete layık şekilde namuslu, iffetli, haysiyetli ve şerefli yaşaması ve saygın bir insan olması için çalışmayı ve üretmeyi, insanlara faydalı olmayı teşvik etmiştir. Bunun için her şeyden önce ilim öğrenmek gerekir. Peygamberimiz (asm) “İlim öğrenmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17.) buyurmuşlardır.
İslam’da mal ve mülkiyet kutsaldır. Mal Allah’ın insana verdiği nimettir ve hayır olarak nitelendirilmiştir. Allah’tan mal ve mülk istemek, bunun için çalışmak, malı korumak ve israf etmemek dini görevlerden saymıştır. İbadetlerin birçoğu mal ve mülk sahibi olmaya bağlıdır. İslam’ın beş şartından ikisi olan zekât, cihad ve hac ibadeti mal sahibi ve zengin olmaya bağlıdır. İnsanlara yardımcı olmak, sadaka-i cariye nevinden yapılacak tüm hayırları ancak malı olan zenginler yapabilir. Bu sebeple Peygamberimiz (asm) Allah’ın emri ile zenginliği övmüş ve çalışmayı teşvik etmiştir.
Mal sahibi gerçekte Allah’tır; ama Allah malı insana emanet olarak vermiş ve onunla insanı nimetlendirmiş, malı üreterek çoğaltmasını istemiş ve onunla sorumlu tutmuştur. Bu sebeple malı helalinden kazanıp Allah yolunda harcayan şükreden bir zengin sabreden fakirden Allah katında daha şerefli ve daha hayırlıdır, insanlar arasında da daha saygındır. Bunun için Hz. Ömer (ra) “Dünyanın izzet ve şerefi mal ile, ahiretin izzet ve şerefi de salih amel iledir” demiştir.
İslâm, zenginliği Allah’ın lutfettiği ve şükrünü istediği bir nimet, fakirliği de zorluk, belki de ondan Allah’a sığınmak gereken bir musibet sayar ve kurtuluş için de muhtelif çareler vaz’ eder. (Yusuf el-Kardavi, Fakirlik Problemi Karşısında İslam, s.19.) Yüce Allah mütevazi zengini sever. Nitekim Allah Teâlâ, peygamberlerinden ve Rasullerin’den birçoğuna zenginlik ve mülk vermiştir. Fakat bu zenginlik ve mülk onları Allah için mütevâzi olmaktan çıkarmamıştır. İnsanlığın rehberleri olan peygamberler tevazu ile toplumun içinde yer almışlar ve insanlığın tekamülü için malları ile ve çalışmaları ile insanlara örnek ve rehber olmuşlardır.
Servetin Yaygınlaşması
Yüce Allah servetin toplumda yaygın olmasını ve insanlığın faydasına yaygınlaştırılmasını emreder. Bunun için malın kırkta birinin fakirin hakkı olduğunu belirtir ve bunun zekât olarak toplumun faydasına harcanmasını farz kılmıştır. Toplumun refah seviyesi yükseldiği zaman o toplumda yaşayan zengin ve fakir herkes o refahtan payını alır ve istifade eder. Bu sebeple medeniyet denilen şehirleşmeyi İslam teşvik etmiştir. İnsanın varlıktan, eşyadan ve zenginlikten istifadesi sadece mülkiyetine ait olan şeylerle sınırlı değildir ve insan sadece beden ve mideden ibaret değildir.
İnsan gözü, kulağı, duyguları ile gezip dolaştığı yerlerdeki her nevi nimetten zevk alır ve istifade eder. İnsanın istifade sahası özel mülkiyetinden binlerce defa daha fazladır. Bu da şehirde yaşamaya ve toplumun refahından istifade etmeye bağlıdır. Yüce allak bunun için “Yeryüzünde gezip dolaşın ve her şeye istifade amacı ve ibret gözü ile bakın faydalanın ve Allah’a şükredin” (Rum, 30:42; Ankebut, 29:20; Âl-i İmran, 3:137.) emreder.
Yüce Allah malın sadece zenginler arasında dolaşan bir servet bir devlet olmasın” (Haşr, 59:7.) ferman eder ve bunun için “Sen çalış ben yiyeyim. Sen zahmetler içinde boğul ki ben rahat edeyim” felsefesini yıkmak için faizi yasaklamış, bunun yerine “Zekât ve Karz” ile insanlara yardımcı olmayı emretmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri günümüz dünyasına düşmanın yer değiştirdiğini, insanlığın savaşlardan çok zarar gördüğünü, bu sebeple insanlığın uyanarak savaşlara son verdiğini ve barışı esas alan “İnsan Hakları Sözleşmelerinin” yapıldığına dikkat çekerek “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihad edeceğiz” (Tarihçe-i Hayat, 101; Münazarat, 67.) der. Evet günümüzün cihadı budur. Artık insanlık sevgi, muhabbet ve yardımlaşma ile cehalete, fakirliğe ve bölünmüşlüğe karşı mücadele etmenin önemini kavramıştır. İki Dünya Savaşı düşmanlığın ve savaşın ne derece insanlığa zarar verdiğini ve medeniyetleri yok ettiğini anlamış, hürriyet, barış ve demokrasinin değerini kavramıştır. Zaten zenginlik, refah ve kalkınmışlık, ilim, kültür ve medeniyet ancak barış ve hürriyet ortamında gelişir. Bunu sağlayacak siyasi sistem de demokrasidir. Bu sebeple demokrasi günümüz insanının vazgeçilmez bir değeri ve siyasi yönetim sistemidir.
“Bu zamanda izzet-i İslamiyeyi korumak ve ilây-ı Kelimetullahı yüceltmek maddeten terakkiye mütevakkıftır ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle l-ilây-ı Kelimetullah edilebilir.” (Hutbe-i Şamiye, 1999, s. 41.)
Dinin Çalışmaya Verdiği Önem
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Anglikan Kilisesine verdiği kısa cevabında “Sa’y asıl ve esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde. Buna dair şahidim “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (Necm, 53:39.) “Altını ve gümüşü biriktirip Allah yolunda (helal ve meşru yolda) harcamayanlara acı bir azabı müjdele!” (Tevbe, 9:34.) ayetleridir” (Mektubat, 405; Sözler, 1010.) buyurarak çalışmanın esas olduğu, emeğin kutsal olduğu ve birikimlerin Allah yolunda millet menfaatine harcanması gerektiği anlatılmıştır.
Evet, servetin belli ellerde toplanması doğru değildir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “İnsan için çalıştığının karşılığı vardır ve insan çalışmasının karşılığını mutlaka görecektir” (Necm, 53:39-41.) buyurur.
İnsan için güç ve kuvvet yalnız beden gücünden ibaret değildir. Mal ve mülk güç ve kuvvet olduğu gibi makam ve mevki, ilim ve fazilet, sanat ve teknik, saygınlık ve çalışkanlık da büyük bir güç ve kuvvettir. Ancak Allah’ın ve Resulünün sevdiği ve kabul ettiği güç ve kuvvet emek verilerek ve hak edilerek elde edilen güç ve kuvvettir. İnsanın emeği ve alın teri olmayan bir servet ve makam onun için vebaldir ve azap sebebidir, gün gelir o mal ve makam onun için şer ve felakete dönüşür. Bu sebeple hak ve hukuk, adalet ve hakkaniyet ancak faaliyet ve çalışma, alın teri ve gayret ile kazanılır, faydalı ve kalıcı olur. Peygamberimiz (asm) “Güçlü kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir” (Müslim, Kader, 34; İbn-i Mâce, Mükaddime, 10.) buyururken bunları kast etmiştir.
Peygamberimiz (asm) “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın Peygamberi Davud devlet reisi olduğu halde elinin emeğini yerdi” (Buhar, Büyu, 15.) buyurarak emeğe verdiği değeri ifade etmiştir.
Ayrıca “En temiz kazanç kişinin kendi emeğinin ve dürüst ticaretten elde edilen kazançtır” (Müsned-i Ahmed, 4:141.) “Helal yoldan kazanılan temiz mal salih bir insan için ne kadar güzeldir” (Buhari, Edebü’l-Müfred, s.97.) buyurmuş ve “Veren el alan elden üstündür” (Buhari, Zekât, 18, 50; Nafakat, 2; Müslim, Zekât, 94, 97, 107.) buyurarak faydalı olanın hayırlı ve üstün olduğunu ifade etmiştir.
Peygamberimiz (asm) “Bir insanın geçimini üzerine aldığı kimseleri tembelliği ile ihmal etmesi kişiye günah olarak yeterlidir” (Ebu Davud, Zekât, 45.) buyurarak nafakasını üzerine aldığı insanları ihmal etmek, onları sıkıntı içinde bırakmanın ne derece büyük bir ceza gerektiren sorumluluk olduğunu ifade eder.
Peygamberimiz (asm) “Allahım! Fakirliğin şerrinden ve fitnesinden Sana sığınırım.” (Ebu Davud, Edeb, 101; Nesai, İstiaze, 14.) “Allahım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve dağınıklıktan, ihtiyarlığın acizliğinden Sana sığınırım” (Buhari, Deavat, 38; Müslim, Zikir, 73; Tirmizi, Deavat, 116.) şeklinde dua etmiş, bu duayı ümmetine tavsiye etmiş ve böyle durumlara düşmemek için çalışkan ve gayretli olmamız gerektiğini hatırlatmıştır. Zira dua eden gereğini yapmazsa dua makbul olmaz. Allah’tan bir şey isteyen ve bir şeyden Allah’a sığınan onun gereği olan şeyi yapmak için büyük bir çaba göstermelidir ki Allah’ın yardımını celbetsin ve duası makbul olsun.
Peygamberimiz (asm) “İnsanların Allah katında hayırlı olanının ömrü uzun ve ameli güzel olandır” (Tirmizi, Zühd, 3.) buyurarak uzun ömürlü olmanın ve topluma hayırlı bir insan olmanın Allah katındaki değerini güzel bir şekilde ifade etmiştir. “Allah bir kuluna ihsanda bulundu mu verdiği nimetin eserini üzerinde görmek ister” (Tirmizi, Zühd, 21-22.) buyurarak Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden önce kişinin kendisinin istifade etmesini şükrün bir nevi olarak göstermiş ve mal sahibi malından istifade ederek ettirerek, ilim sahibi de ilminden istifade edip amel ederek ve başkasına öğreterek, makam sahiplerinin de makamlarının gereği insanlara faydalı olarak Allah’ın verdiği nimetin eserini ortaya koymalarını istemiştir.
Sonuç olarak insanın hem dünya saadeti hem ahiret saadeti helal yolda çalışmaya ve elde ettiği kazancını da Allah yolunda ailesine, akrabalarına ve insanlara faydalı olmaya bağlıdır. Dinimiz bunu emretmekte ve teşvik etmektedir.
Kur’ân-ı Kerimde Mülkiyet
Peygamberimiz (asm) nübüvvetten önce ticaretle meşguldü ve iyi bir servet elde etmişti. Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi ve şereflisi olan Hz. Ebubekir (ra) tüccardı ve çok zengindi. Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) da en faziletli ve cennetle müjdelenen sahabelerden olduğu ve çok zengin olduğu herkesin ittifakla kabul ettiği bir husustur. Ancak Hz. Ali (ra) fakirdi ve kendisini ilme vermişti. Bu sebeple kendi ihtiyarı ile fakirliği tercih etmiş dünya servet ve malına hiç değer vermemiştir. Bir diğer dikkatimizi çeken husus da Peygamberimiz (asm) nübüvvetten sonra tüm malını ve servetini Allah yolunda harcayarak fakir bir duruma düşmüştür. Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Osman (ra) da servetini Allah yolunda harcamışlardır. Yine cennetle müjdelenen sahabelerden Abdurrahman b. Avf (ra) da ticari zekaya sahip olduğu için çok zengin olmuş ve Tebük Seferinde 700 deveyi ticari mallarıyla beraber ordunun teçhizi için verdiği meşhur olmuştur.
İslam’da helal mal ve mülkiyet kutsal sayıldığı için Peygamberimiz (asm) “Malını korumak için öldürülen şehittir” (Tirmizi, Edeb, 54; Ebu Davud, Libas, 14.) buyurmuşlardır. Yüce Allah nimetlere şükredildiği ve gereği yapıldığı zaman malın artacağını haber verir. “Şükrederseniz artırırım” (İbrahim, 14:7.) ferman eder.
Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde çalışmaktan bahseden pek çok ayet ve hadis vardır; ama tatilden asla bahsedilmez. Zira tatil çalışmamak demektir. Yüce Allah kullarının çalışkan ve gayretli olmasını istediği için “Boş kaldığın zaman bir başka işle yorul ve daima rağbeti Allah rızası olsun” (İnşirah, 94:7.) ferman ederek dinlenmeyi iş değiştirme şeklinde tarif etmiştir. Cuma günü Cuma namazını kıldıktan sonra yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazlından rızık istememizi emreder. (Cuma, 62:10.) Bu durumda “Cuma kutsal gündür, Müslümanların tatili olmalı” diyenlerin Yahudi ve Hristiyanların tatillerine özendikleri anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim dinlenmek için geceyi istirahat olarak yaratmıştır. Başka tatil anlayışı yoktur.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde çalışmayı teşvik etmiş ve “Şüphesiz Ben Azimüşşan erkek olsun kadın olsun çalışanların amelini zayi etmem!” (Âl-i İmran, 3:195.) buyurmuştur. Ayrıca “Dünyadan nasibini unutma!” (Kasas, 28:77.) “Yeryüzünde dolaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiği rızıktan yiyin” (Mülk, 67:15.) “Allah geçimizi temin etmeniz için gündüzü, dinlenmeniz için de geceyi yaratmıştır” (Nebe, 78:10-11.) buyurur.
Yüce Allah “Mal ve evladı dünya hayatının süsü” (Kehf, 18:46.) olduğunu ifade etmiş ve “İman edip salih amel işleyen Rablerine gönülden bağlananlar cennete girecek ve orada ebediyen kalacaklardır” (Hud, 11:23.) buyurmuştur. Bu arada zenginliğin bir emanet olduğu ve her an elden çıkabileceği de unutulmamalıdır.
Peygamberimiz (asm) durumu çalışmaya müsait olanların başkalarına el avuç açmalarını ve zekât ve sadaka istemelerini hoş görmemiş ve onlara sadaka vermek yerine çalışmaya teşvik etmiş ve yol göstermiştir. (Buhari, Zekât, 50, 53; Büyu, 15; Müslim, Zekât, 106; Tirmizi, Zekât, 38.) Onur kırıcı olan dilenciliğin çalışmanın önündeki engel olduğunu ifade ederek “Sizden birinin sırtına odun yüklenip satması herhangi bir kişiden dilenmesinden daha hayırlıdır” (Buhari, Zekât, 50; Müslim, Zekât, 106.) buyurmuştur.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde mü’minlerin dualarının dünya ve ahirette iyilik istemek olduğunu belirterek “Rabbimiz bize dünyada iyilik ahirette iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!” (Bakara, 2:201.) diye dua etmelerini istemiştir. Bir başka ayette ise “Allah’ın sana verdiği nimetlerle ahiret yurdunu da gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi, sen de başkalarına iyilikte bulun.” (Kasas, 28:77.) ferman ederek iyilik ve ihsanın çalışmakla elde edilebileceğini ifade etmiştir.
İnsanlara faydalı olan sahaların herhangi birinde çalışan bir kimse, yerine getirilmesi vâcib olan bir farz-ı kifâyeyi ifâ etmiş demektir. Eğer bu görev terkedilirse, durum bütün cemiyetin aleyhine olacağı gibi, bu terk ediş de onun için çok kötü sonuçlar doğurabilir. Bu farz-ı kifâye yerine getirilmediğinde Allah huzurunda cemiyet topyekûn sorumludur ve günahkâr sayılır. Bu vazife yerine getirildiğinde ise, günah ortadan kalkar.” (Buhari, Rikak, 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizi, Zühd, 40; İbn-i Mâce, Zühd, 9.)