M. Ali KAYA
Altı yüzyıl dünyaya hükmeden cihan devleti Osmanlı’nın kuruluşu bir rüyaya bağlayan ve devletin çöküşünü de Hürrem Sultan’ın fetbazlığına ve fettanlığına indirgeyenler ve buna inananlar ne derece gerçekçi olabilirler? Mefkure, sistem, gayret, çalışkanlık, ilim, inanç, ahlak ve bunları destekleyen çevre, nüfus, iktisadi kaynaklar, üretim şekli, ulaşım ve teknolojiyi de hesaba katmak gerekmez mi?
Bir sistemin veya devletin yükselişinde de çözülmesinde ve çürümesinde de aynı yaklaşım gereklidir. İlim, kültür, ahlak, sosyal doku, sermaye, ithalat ve ihracat dengesi, halkın yönetime katılımı, hürriyet ve istibdat gibi hususları da dikkate almak gerekir. Bir ülkenin kalkınmasında iktisadî zihniyet, iktisadî ahlak, iktisadî çözülme gibi hususlar da hem sosyal hem de siyasi yönleriyle ele alınması ve incelenmesi lazımdır.
İktisadî Zihniyet
1. Madde, çevre ve zaman iktisadi ahlakı ve iktisadi zihniyeti meydana getirir.
2. Siyasi, sosyal ve iktisadî şartları da nazara almak gerekir.
3. Din en önemli meşrulaştırma aracıdır. Toplumsal kurumların meşrulaştırılması ve bireylerin toplumdaki faaliyetleri ile ilgili ahlâki ve hukukî hükümleri içine alır.
4. İktâ, fütüvvet, ahîlik, loncalar, esnaf ve mukataa gibi kurumlar; İran ve Bizans’ın iktisadi geleneklerinin yoğun tesiri altında gelişmesine bakılmalıdır.
5. Tasavvufî telkinlerin, halkı irşada çalışan vaizlerin durumları da nazara alınmalıdır.
Bütün bunlar toplumda “İktisadî Ziyniyeti” meydana getiren unsurlardır.
İktisadî Ahlak
1. Çalışmayı teşvik yerine “kanaat” telkini altında tembelliğe teşvik ahlakî bir meziyet telakki edilmiştir. Bunda tasavvuf erbabının ve halkı irşad etmeye çalışan vaizlerin büyük etkisi vardır. “Elindeki ile ikigün idare etmek varken zamanı hoşça geçir ki mesut yaşayasın. İşte hayat bundan ibarettir” (Nizamettin Samî, Zafernâme, Ankara-1949, s.167.) diyen Nizamettin Sami, “Kanaati tavsiye eden ve fazla çalışmayı kınayan” Kınalızâde (Ahlâk-ı Âlâî, 1001 Temel Eser, s.161.) gibi toplumu kanaat adı altında tembelliğe teşvik ederek gayreti yok eden ahlakçılar vardı. Toplum bunlara itibar ediyordu.
2. Tasavvufu dünyaya küsmek, zühdü de mala değer vermemek şeklinde yorumlayan ehl-i tasavvuf “El-kâsibu Habibullah” yani “Çalışan Allah’ın sevgili kuludur” diye “Lokma ve Hırka endişesi ile çalışıyorlar” (Evliya Çelebi, Seyahatname, Zuhuri Danışman, 1970-İstanbul, s.14.) diye çalışanları kınayan ehl-i tasavvuf iktisadi bakımdan devletin zayıflamasına sebep olmuşlardır.
3. Gerçekte kanaat, neticeye kanaattir; çalışmaya kanaat değildir. Çalışmaya kanaat tembelliktir. Tevekkül de çalışmanın ve sebeplere sarılmanın sonunda Allah’tan neticeyi beklemektir. Sonuçta tevekkül etmektir. Ancak tevekkül diye çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terk etmek dinin yasakladığı tembelliktir. İşte bu tembellik ve gayretsizliktir ki İslam ülkelerinin iktisaden geri kalmasına sebep olmuştur.
Gerçekler
1. Orta çağda bir sistem yoktu. Meselâ; “Bir iki kutu eldiven aldım ama, kaç adet olduğunu bilmiyorum. Birinden yüz akçe alacağım var ama kim olduğunu bilmiyorum.” (Werner Sombat, Kapitalizm Öncesi İktisadi Görüş, (Mustafa Özel, Kapitalizm ve Din, İstanbul-1993, s.41.) Burada görüldüğü gibi bir belirsizlik vardı. Yazı yoktu ve sistemli bir takip yoktu.
2. Anadolu’da seyahat eden bir Alman seyyahı Hans Dernshwam şöyle der: “Türkler çalışmayı sevmezler. Türkler bir yeri işgal ederlerse oradakiler yerlerini terk edip kaçarlar. Zira Türkler güzel Hıristiyan memleketlerini harap ederler. Türkler memleketi imar etmezler boş boş otururlar.” (Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu Seyahat Günlüğü, Çev. Yaşar Önen, Kültür Bakanlığı, Ankara-1987, s.96.)
3. Hukuk sisteminin sağlam, sağlıklı ve adil olduğu dönemlerde halk arasında “güven” hâkim olur. Bu da ticari hayatı etkiler. XV-XVI yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında “Fatih Kanunnâmeleri” iktisadi yapının merkeziyetçi yapısını göstermektedir.
4. Şairler şiirleriyle o zamanın iktisadi ve hukukî durumu hakkında bize bir şeyler anlatmaktadır.
“Zulmünden vekil-i âl-i Resulün
Hicaptan sikkenin kızılı çıktı.” (Dertli Seyrâni)
Elem çekme bu dünyada mal için
Hiçbir gün aç-susuz kaldın mı gönül.
Niçe-kim artar kişide mâl-u genç
Dahi artar hırs-ilâ bî-hude renç.
Dostu hoş dutmak içündür bu mal
Ya aduyi kılmak içün payra-mal.
5. Şairlerin “Divan” adını verdikleri şiir kitapları da bize bazı gerçekleri haber vermektedir.
Tahsil-i ilmin üstüne tercih eder mi nâs!
Tahsil-i mal vâsıta-i rif’at olmasa! (Nabi)
Zî-kıymet olunca nidelim cân-u celâli
Yuf âni satan duna hırîdârın hem yuf.
6. Maddeye değer vermeme konusunda tavır almaları da unutmamak gerek. “Kimseye muhtaç olmamak için kendisini ve yakınlarını geçindirecek kadar sanat ve ticaret tutmalıdır.” (Kınalızâde, Ahlâk-ı Âlâî, 1:123.) “Zaruri miktarı ile yetinmek gerek.” (İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul-1992, s.209.) “Kimseye yük olmamak, emel ve arzuları az, nefsani arzulardan uzak olmak ve aza kanaat etmek.” (Kınalızâde, 1:122-123.) “Kişi kolay ve sıkıntısız olmalı” (Abduladir Karahan, Nâbi, Ankara-1987, s.76.) “Rızkın takdir edilmiştir. Ne kadar koşsan boşunadır. Önceden taksim edilen ve sana ayrılanı elde etmek için üzüntü çekme!” (Molla Cami, Baharistan, MEB Yayınları, İstanbul-1989, s.39.)
7. Yunus Emre gibi halk şairleri de çalışmaya ve iktisada değil, yemeye ve yedirmeye teşvik eder. “Yegil, yedürgil, biçâre eksilürse Tanrı vire…” (Yunus Emre) “Bulup dünya malını yiyebilmese…” (Yusuf Has Hacip, Kutatgu-Bilig, TTKurumu, İstanbul-1947, s. 369.) “Tut ki alem gencini cem idesin / Faide ne yimeden gidesin.” (Yaşar Akdoğan, İskendernâmeden Seçmeler, Ankara-1988, s.106.)
8. Toplumdan uzaklaşma ve çevreden kaçışı öğütleyenler de iktisadi kalkınmanın önünü almışlardır. Kendilerini dar bir çerçeveye kitleme üretimin kompleks ve çok aşamaları olmaması ile bir sanayi dalı gelişmemişti. Kendi içinde örgütlü ama dışarıya karşı kapalı idi. “Sana lazımdır ki halktan uzlet edesin.” (Marifetnâme, İ. Hakkı, s.211.)
9. Geleceğe dönük yatırım yapmama. Günübirlik yaşamaya önem vermek ve yarını düşünmeme anlayışı da iktisaden kalkınmayı etkilemiştir. Bu da tasavvufî düşünce ile dünyaya ve mala değer vermemeyi netice vermiştir. Eşrefoğlu Rumî nefsi “olmayacak işler peşinde koşan, olmazı olur sanan ve uzak endişeli tasaları olan” bir varlık olarak kabul eder. “Nefs-i emmâreyi taşıyanlar yarına garantisi yokken elli sene sonrayı düşünerek hareket ederler. Uzun emeller ve hayaller peşindedir. Bu Allah yolunda hayır yapmaktan alıkor.” (Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin-Nüfus, Çev. Yaman Arıkan, İstanbul-1977, s.228.)
10. Bediüzzaman Said Nursi de iktisaden geri kalmamızın en önemli sebeplerini sayarken bizim tembellik mesleği olan memuriyeti ve şerefli kabul ettiğimiz askerlik mesleğine rağbet ettiğimizi, ticaret ve sanayiyi memur yapmadığımız ve asker yapmadığımız gayr-i müslimlere terk ederek onları zengin etmemizi gösterir.
“Biz, gayr-ı tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp belâmızı bulduk. Sual: Nasıl? Cevap: Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev’i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev’i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik.” (Münazarat, ESDE, s.477.)